CİNAYET TOHUMU / Bölüm 9

BÖLÜM 9

  Eyüp Çocuk Yuvasında ki çocukların en büyüğü altı yaşındaydı. Orhan ve Mithat’ın elde ettikleri tek düzgün bilgi: Sara’nın gece üç sularında, elini kolunu sallayarak, yuvadan bir başına çıkmış olmasıydı.

   Sara ölüme tek başına yürümüştü.

 Dört yaşındaki bir çocuk, yuvadan böylesine rahat çıkıyor ve kimsenin ruhu duymuyordu. Mithat ve Orhan birbirlerine bakıp, “İyi ki,” dediler. “İyi ki Pamir gelmemiş.”

 İki komiser, sakinliklerini koruyarak önce Müdür Beyle, sonra güvenlik görevlisiyle konuştu. Ardından gece bekçisinin ve Sara’nın ailesinin adresini Esma Hanım’dan alıp yuvadan ayrıldılar. 

 Önce bekçinin evine gideceklerdi. Arabaya bindiklerinde Mithat Pamir’i arayıp bilgi verdi. Pamir onlarla Rıhtım ailesinin evinde buluşacağını söyleyerek adresi mesaj olarak atmasını istedi. Telefonu kapattığında ikisi de derin bir nefes aldı. Zira, mevzu bahis olan bir çocuk maktul olduğunda Pamir’in ne kadar gaddarlaştığını biliyorlardı, bu yüzden bekçinin evine gelmesini istemiyorlardı. Sonuçta Sara, gece bekçisinin mesai saatinde yurttan çıkmıştı.

 Orhan kontağı çalıştırdı ve bekçinin evine doğru yola çıktı.

  Begüm ve Başar önce, Pervin’in çalıştığı ‘Sarıyer Kız Yetiştirme Yurdu’na gitti. Begüm kızlarla konuşurken, Başar da yurdun yetkilileriyle görüştü. İkisinin de elde ettikleri tek bilgi: Bütün kızların Pervin’i çok seviyor olmasıydı.

  Başar odanın dışından Begüm’e baktı. Kızları etrafına almış, onlarla sohbet edercesine konuşuyordu. İçerisi büyük bir salona benziyordu. Kapıda dikildi, içeriye girmedi. Kollarını göğsünde bağladı ve öylece durdu. Begüm’ün tam karşısında televizyon vardı. Duvarlara göz attı. Tablolarla süslenmişti. “Kızların yaptığı resimler olmalı,” diye geçirdi içinden. Çiçekler, manzaralar, mutlu çocuklar ve bir de çiftlik. Dikkatini Begüm’den bir anlığına ayırıp çiftliğe yöneltti. Büyük bir tabloydu bu. Özel bir resimdi. Atlara binen mutlu çocuklar çizilmişti. Atları severdi Başar. İlgisini çekmişti tablo. Sol alt köşesinde çizenin imzası vardı. Çiftliğin kapısında yazan yazıyla aynıydı. “Ahsena”. Gülümsedi. Yetenekli bir ressam vardı demek içeride. Tekrardan Begüm’e baktı. Ona doğru geldiğini görünce kalbinin atışı hızlandı.

“Burada bir şey yok,” diye fısıldadı Begüm.

  Uysal’ın çalıştığı erkek yurdunda durum biraz daha farklıydı. Bu kez çocuklarla ikisi birlikte konuştu. Uysal titiz ve aksi bir adamdı. Temizlediği yerleri kirleten çocuklara ceza veriyordu. Eğer yerleri sildiği esnada oradan çamurlu ayakkabısıyla bir çocuk geçse, önce küfür eder, sonra da elindeki paspasla o çocuğa vururdu. Çocukların en büyüğü, birkaç kez Müdür’e bu durumu anlatmış fakat Müdür; Uysal’dan aşağı kalmamıştı. Bunu sadece, müdürün odasına giden O çocuk anlatmıştı. Diğer çocuklar Müdür’den korkuyordu. Uysal’dan da korkuyordu ama O ölmüştü, öyle değil mi? Artık korkmaları gerekmezdi.

  Arabanın kapısını açıp içine girmeden önce, son kez dönüp erkek yurduna baktı Başar.

“Bir şey mi oldu?” diye seslendi Begüm, tam arabaya girecekken.

 Başını iki yana sallayarak oturdu. “Çocuklar,” diye iç geçirdi. “Sen de gördün mü gözlerindeki ifadeyi?”

“Yalnızlar,” dedi Begüm, emniyet kemerine uzanırken. “Hiçbir zaman onların yaşadıklarını anlayamayız.”

 Başını sallayarak emniyet kemerini taktı, vitesi boşa aldı ve bakışlarını yola çevirdi. Aslında onu kötü hissettiren şey, o çocuklar değildi. Kendi çocukluğuydu. Onun bir ailesi vardı. Annesi, babası, kardeşleri; sıcak bir evi, kendine ait bir odası ama hiçbir zaman bunların kıymetini bilmemişti. Her zaman babasıyla arası bozuktu. En ufak şeyde kavga çıkardı evde. Tuttukları takım dahi farklıydı. Başar Galatasaraylı, babası Fenerbahçeliydi. İki takımın her maçında yenilen evden giderdi. Babasının omzuna binip, mutluluk çığlıkları atacağı yaşlarda bile babasının karşısına geçerdi. Tüm bu zıtlıklarına rağmen babası ona fiske bile vurmamıştı. Lise zamanında başlayan, İstanbul’da okuma fikri, aralarında buzdan bir dağ oluşturdu. Hele de Başar’ın polis olacak olması.. Katiyen karşıydı babası. Ama Başar, sırf babası karşı diye bile polis olmayı kafasına koymuştu. Sanki O, bu hayata babasına karşı gelmek için gelmişti. İşte Başar’ı kötü hissettiren bunlardı.

 Başar’ı derin düşüncelerinden, Begüm’ün yumuşacık sesi çıkardı. “Ne düşünüyorsun?” diye sordu.

“Hiç,” diye geveledi Başar. “Hiçbir şey,” toparladı aklını ve gözucuyla Begüm’ün merak dolu ifadesine baktı. Elinde olmadan gülümsedi.

“Ne?” diye çıkıştı Begüm. “Ne sırıtıyorsun? Yüzümde bir şey mi var?” telaşla karşısındaki aynaya baktı. Daha çok sırıttı Başar. Aynadan bakışlarını çeken Begüm, kaşlarını çatarak Başar’a baktı. “Komik olan ne?”

 Başar konuşmak yerine omuz silkip yola odaklandı.

  Varol ve Fehmi’ye ait kasap dükkanları kapalıydı. Pamir evlerine gidemeden Mithat aradı. Bu mahalleye geri dönmek üzere arabaya binip Eyüp’e doğru yola çıktı.

  Birden trafiğin ortasında el frenini çekip durdu. Etrafı korna sesiyle çevrilirken, küfürler yağdı. Aldırış etmedi. Arkasından gelen arabanın, takip mesafesini iyi koruyor oluşu, olası kazayı önlemişti. Ama Allah biliyor ya, arkasındaki adamın ödü kopmuştu. Can havliyle basmıştı kornaya.

 Ellerini yüzüne kapadı ve başını direksiyona vurdu. Korna var gücüyle bağırdı. Defalarca vurdu başını. Unuttuğu bir kelime süzüldü gözlerinden. Akan her damla, “Anne,” diye inliyordu. Dudaklarını birbirine sıkıca bastırdı, arasından kaçar diye o kelime. Canı yanıyordu, otuz bir yıl önce, annesi onu bıraktığında dahi yanmamıştı bu kadar. Niçin bırakıp gitmişti annesi onu? Acaba bunu otuz bir yıl önce biliyor muydu?

 Başını kaldırıp nefesini tuttu. Biliyor olmalıydı, bilmese sorardı annesine. Annesi onu bırakıp gitmeden önce, yani çocukken, çok konuşurdu Pamir. Ama O, tüm bunları unutmuştu.

 Birden aklına başka bir şey takıldı. Yavaşça bırakmak istedi tuttuğu nefesi ama kaçıverdi tüm hava. Neye uğradığını şaşırmıştı. Aceleyle gözlerini sildi. “Peki ya..” diye mırıldandı, daha doğrusu kelime kendi kaçtı dudakları arasından. Hemen ısırdı dudağını, kelimelerin cümle oluşturmasına izin vermedi. Ama yüreği haykırmıştı, “Peki ya babama ne oldu?” diye. Sahi, Pamir’in babasına ne olmuştu? Babasına dair hiçbir şey hatırlamıyordu.  Kendini çok zayıf ve savunmasız hissetti.

  Rıhtım ailesinin zilini çaldığında, boğazında koca bir yumru vardı Pamir’in. Birkaç dakika önce Mithat aramış ve eve geldiklerini söylemişti.

 Apartman kapısı açıldı, üç kat yukarı çıkmaya başladı. Arabayla hız yapmayı sevmediği halde emniyet şeridinden 200 basıp gelmişti. İçindeki duyguyu başka türlü yenecek gibi değildi.

 Üçüncü kat, daire dokuzun kapısının önünde on yaşında bir erkek çocuğu vardı. Yerde bağdaş kurup oturmuştu. Kollarını, öğretmenlerin deyimiyle çiçek yapmış, bakışlarını ayaklarına indirmişti. Bu kapı, Rıhtım ailesinin evinin kapısıydı. “Her şey yolunda mı?” diye fısıldadı Pamir, çocuğa bakıp.

 Sertçe kaldırdı bakışlarını çocuk, cevap vermeksizin öylece baktı. Tam o sırada çocuğun arkasındaki kapı yavaşça açıldı. “Buyurun?” dedi ufak tefek, cılız bir kadın.

 Pamir hala çocuğa bakıyordu.

 Kadın çocuğa öyle bir bakış attı ki, bir hışım ayağa kalktı çocuk, kadına döndü; tam ağzını açmıştı ki, birden yuttu diyeceklerini ve başını iki yana sallayarak geçti gitti, Pamir’in yanından.

 Kadın, Sara’nın annesi Firuze’ydi. Mahcup bir edayla Pamir’e bakıp, onu içeri buyur etti. Ağır adımlarla içeriye geçti Pamir. Firuze kapının sağ çaprazındaki odayı işaret etti.

 Oda oldukça büyük görünüyordu. Kare şeklindeydi. Yerde üstleri kırmızı örtüyle kaplı üç tane sünger atılıydı. Pencerenin altındaki süngerde Orhan ve Mithat oturuyordu. Odanın ortasında eski bir kilim seriliydi. Pencerenin karşı duvarında eski tip, tüplü bir televizyon duruyordu. Odada başka da bir şey yoktu. Büyük görünmesinin sebebi boş olmasıydı. Kapının tam karşısındaki süngerde yaşlıca bir adam oturuyordu, yüzü sapsarıydı.

 Pamir’in içeriye girmesiyle ayaklandı Mithat ve Orhan, “Başkomiserim,” diye gevelerlerken, elini havaya kaldırdı Pamir, oturun diye işaret etti. Yerlerine geri otururlarken, adam kalktı ayağa. Pamir’e doğru uzattı elini, “Hasan,” dedi neredeyse duyulamayacak bir seste.

“Başkomiser Pamir Dinçer,” diyerek ona uzanan eli sıktı Pamir ve Hasan’ın gözlerinin de yüzü kadar sarı olduğunu gördü.

 Firuze bir şey içerler mi diye sorunca, Pamir ondan da oturmasını rica etti. Bu evde uzun kalmaya niyetli değildi.

 Kadın kocasının yanına otururken, Pamir de tam karşılarındaki süngere oturdu. “Firuze Hanımdı galiba?” diye sordu, sert bakışlarını kadının üstüne dikerek. Ellerini dizlerine koyup şaşkınca başını salladı Firuze. “Geçen sene kızınızı yuvaya siz götürüp bırakmışsınız?”

 Çocuklarının adını duyan ailenin gözüne, kapıda bekleyen misafir gelip oturdu o an. Hüzün, sessizlikle beraber çöküverdi.

 Cevap veremedi Firuze, kelimeler yerini gözyaşlarına bıraktı. Usulca başını sallamakla yetindi.

“Mahsuru yoksa nedenini sorabilir miyim?”

 Firuze yanakları sırılsıklam olmuş vaziyette araladı dudaklarını fakat onun yerine konuşan Hasan oldu. “Bakın Pamir Bey, hiçbir anne baba, evladından ayrılmak istemez. Biz de Sara’mızı bırakmayı istemedik. Fakat hayat şartları, ne desem size oyun gibi gelecek..” aniden sustu Hasan, gözleri yerdeki kilimle beraber yıllanmış olan çay lekesinde dondu.

 Pamir sessizce Hasan’ın devam etmesini bekledi. Ta ki Hasan’ın bakışları Pamir’in sert ifadesiyle buluştu, işte o vakit anladı. Adamın gözlerinde tam da dilinden dökülen kelimenin can vermiş hali vardı.

“Çaresizdik…”

  Ellerini direksiyona koydu Pamir. Hasan’ın bakışlarını gördüğünden beri düşündüğü tek şey vardı.  Acaba kendi annesi ve babası da, Hasan kadar acı çekmiş miydi? Babası… Bir babası var mıydı? Hatırlamıyordu.

 Dolu dolu otuz bir yıl geçmişti ve O, bu zaman zarfında ne annesini, ne de çabucak unuttuğu babasını düşünmüştü. Şimdi niye düşünüyordu ki? Dahası otuz bir yıl öncesi, neden şimdi canını yakıyordu?

  Hasan’a, daha doğrusu Firuze’ye bakıp, “Neden bir yıldır kızınızı görmeye gitmediniz?” diye sorduğunda, kadın bayılacak gibi olmuştu.

 Adam hızla araya girip, “Gidemezdik Pamir Bey,” dedi. “Gidersek ne O bizi unutabilirdi, ne de biz onsuzluğa dayanabilirdik.”

  Korna sesiyle irkildi. Orhan yanından geçerken hadi dercesine kornaya basmıştı. Gidin diye işaret etti onlara. Mithat camı açıp seslendi. “Bir şey mi oldu, Başkomiserim?”

“Emniyette buluşuruz,” demekle yetindi Pamir.

  Parmaklarını saçları arasından geçirdi Pamir. Annesinin ona öğrettiği gibi, (ki bunu, otuz bir yıl sonra ilk defa hatırlıyordu), yavaşça nefes aldı.

 Tam anahtarı yuvasına yerleştirdi, gidecekti, o çocuğu gördü. Apartmanın yanındaki küçük bakkal dükkanının içinden çıktı. Dudağı kanıyordu. Az önce Mithat’a gidin demek için açtığı camdan dışarı seslendi. “Bakar mısın?” Bir saniyeliğine hafızasını yokladı. Esma Hanımın, Sara’nın ağabeyinden bahsedip bahsetmediğini düşündü, adı neydi?

“Bana mı dedin?” diye çıkıştı çocuk.

“Evet sana, adın ne senin?”

“Seni ilgilendirmez!”

 Başını sallayarak çıktı arabadan, çocuğa yaklaştı. “Haklısın, beni ilgilendirmez, peki dudağındaki kan anneni ilgilendirmeyecek mi?”

 Burnunu içine çekerek omuz silkti çocuk. “Sen ve senin şuuu…” gözleri üç saniyeliğine sokakta döndü. “Şu iki arkadaşın, neden geldiniz?”

“Sen adını söyle, bende neden geldiğimizi.” Dikkatle çocuğun gözlerine baktı.

 Bir kez daha omuz silkti çocuk. “Adım Asım. Annem olsa kaç santim uzadın diye sorardı.”

“Ben ve şu iki arkadaşım,” elinden geldiğince uzatmaya çalıştı ama Asım’ın attığı kahkaha, aniden susturdu Pamir’i.

“Yahu sen ne tuhaf bir adamsın! Kocaman bir ekibe Başkomiser olmuşsun ama küçük bir çocukla baş edemiyorsun, öyle mi?” dedikten sonra Pamir’in konuşmasına fırsat vermeden devam etti. “Bir çocuktan neyi saklıyorsan, O bunu zaten biliyordur.” Yeniden omuz silkti Asım, bu kez acıyı aklından savar gibiydi. “Sara’nın öldüğünü biliyorum. Sabah haber geldi. Esma mıdır nedir, bir yıldır sürekli arayıp duruyordu. Bu sabah annem telefonda onla konuşurken birden ağlamaya başladı. Hemen anladım ona bir şey olduğunu. Ee, ben büyük olan olduğum için Sara gitmişti. Halbuki, orda olması gereken bendim. Ben bakabilirdim başımın çaresine. Kardeşim çok küçüktü, tam da anneme ihtiyacı varken, babam ‘bizi kolay unutur, onu bırakalım,’ demişti. Daha babam Sara’yı yuvaya bırakmaya niyetlendiğinde duymuştum konuşmaları. Hatta yalvardım, ‘beni bırak baba’, dedim. Ama ağlayınca karşımda…” yutkunup devam etti. “Bilmiyorum senin de baban, hiç karşında ağladı mı, bu çok kötü bir şey. O ağlayınca sustum, bir daha ağzımı açmadım.” Kısa bir iç çekti, “Kardeşimi çok seviyordum. O çok güzel bir kız olacaktı. Ama,” dedi ansızın heyecanlanarak. “O cennette şimdi, senden benden daha şanslı biliyor musun, masum olduğu için Allah onu direk yanına aldı.”

 Afallamış bir şekilde susup kaldı Pamir. Bir çocuktan duymaya alışık olmadığı cümlelerdi bunlar. Onun bu haline Asım bir kahkaha patlatıverdi. Pamir de Asım gibi yapıp omuz silkti, “Söyle bakalım, bu dudağına ne oldu?” diye sordu.

“Her gün ne oluyorsa bugün de aynısı oldu.”

“Her gün ne oluyormuş dudağına?”

“Ne olacak, kavga ediyorum!”

 Gülmeden edemedi Pamir. Çocukluğunu, daha doğrusu büyümek zorunda bırakıldığı o yılları hatırladı, kavgasız geçirdiği tek günü yoktu. Bakkala doğru bir bakış fırlattı Pamir, “Yoksa?” diye mırıldanırken araya girdi Asım.

“Yok yok! O yapmadı. Bizim dombili var,” sokağın sonuna doğru bir apartmanı gösterdi. “Kardeşimin öldürüldüğünü duymuş, kim böyle bir iftira attıysa! Onu da bulacağım! Öldürülmedi benim kardeşim.”

“Sen de dombili, ‘öldürüldü’ dedi diye, onu mu dövdün?”

“Dövdüm tabii, ya ne yapacaktım!” kısa bir kahkaha attı. “Ama sen bir de onu gör, gözüne bir yumruk atmışım, en az bir hafta şaşı görecek salak!”

 Pamir polis içgüdüleriyle Asım’a bu yaptığının yanlış olduğunu anlatmaya çalıştıysa da, kimsesiz büyüyen yanı Asım’ın bunu anlamayacağını biliyordu. Yine de ona başının belaya girmemesi gerektiğini söyledi.  

“Buraya dombilinin inandığı o iftira yüzünden geldiniz, di mi? Kardeşimin öldürüldüğünü düşünüyorsunuz. Ama O sadece gitti.”

 Bir an için Asım’ın sandığından daha çok şey bildiğini hissetti. Ama soracağı sorulara cevap alamayacağını biliyordu. Bu yüzden ona bir arkadaş edasıyla yaklaştı. Arabaya geri binmeden önce ona kartını verdi. İstediği bir zaman aramasını ve bir yerde buluşup konuşmaları gerektiğini ifade etti. Bu çocukta bir şey vardı. Pamir bunu öğrenmeliydi ama şimdi çocuğun üstüne daha fazla gitmemesi gerektiğini biliyordu. Lafı uzatmadan hoş çakal deyip emniyetin yolunu tuttu. 

  Bütün ekip masada toplanmış, Pamir’i bekliyordu.

 Sessizce geldi Pamir, çatık kaşlarını düzeltmeden sandalyesine geçti. “Soramadım evden çıkınca, bekçiyle ne konuştunuz?” dedi doğrudan Orhan ve Mithat’a.

“Konuşmadık,” diye yanıtladı Orhan, sandalyesinde kıpırdayarak. “Şöyle ki, konuşamadık.”

 Pamir, Orhan’a eliyle konuşmasını işaret ederek, arkasına yaslandı.

“Kapıyı bekçinin karısı açtı. Dün gece iş için çıktığını ve bir daha dönmediğini söyledi.”

“Ulaşmamış mı kocasına?” soruyu Pamir’in sorması beklenirken, incecik sesiyle Begüm atılmıştı. Bütün bakışları üstüne toplayınca kızardı. “Şey, özür dilerim Başkomiserim,” dedi çekingen bir tavırla.

 Pamir, Orhan’a cevap vermesini isteyen bir bakış atınca, konuşmaya başladı Orhan. “Bekçinin annesinin evi, yurdun sokağındaymış. Bazı nöbetlerin bitiminde, çok yorgun olunca eve gelmek yerine annesine gidiyor, ertesi gün akşama doğru eve uğruyormuş. Yine öyle olabileceğini söyledi ve kayınvalidesini aradı. Fakat ne yazık ki, bekçi orada da değildi.”

 Orhan susunca rahatsız edici bir sessizlik kapladı odayı. Ta ki, Pamir dirseğini masaya koyup konuşana dek. “İki seçenek var; ya katilimiz Bekçi, ya da Bekçi görgü tanığıydı.”

“Bence,” diyerek araya girdi Mithat. “Bekçi katili görmüş olabilir.”

 Pamir, “Ve katil, onu yolundan çekti,” diyerek Orhan’a döndü. “Bekçiyi bulmak için tüm ekipleri seferber et. Onun ölüsü bile işimize yarayacaktır.”  

“Hemen hallediyorum o işi,” diyerek ayaklandı Orhan.

“Orhan, bir de adli tıpla konuş, en geç yarın Sara’nın otopsi raporunu istiyorum.” Orhan’ın masadan ayrılması üzerine Başar ve Begüm’e döndü Pamir. “Sizin elinizde neler var?”

CELLAT

  Yaklaşık yirmi üç saattir aynı yerde kımıldamadan oturuyordu, Cellat. Elinde hala sıkı sıkıya tuttuğu deri kemer vardı. Yavaşça kaldırdı kemeri, gözlerini ona devirmektense, kemeri gözlerinin hizasına getirdi. Ne hissettiğini bilmiyordu, içinde kuşkusuz bir yangın vardı. Pişmandı. Ama bir yandan da, “İyi ki geberdiler!” diyordu.

 

1 Comment

  1. Kübra says:

    Yine merakta bırakan harika bir bölüm daha. Duygular öyle güzel işlenmiş ki emeğinize kaleminize sağlık

Yazıyı beğendiyseniz bir yorum bırakın: