BÖLÜM 12
Güneş doğmadan uyandılar. Doğuşunu balkondan izlediler. Kahvaltı yaptılar ama keyif çaylarını içmeye fırsat bulamadan Pamir’in telefonu, tam da tahmin ettiği gibi, dördüncü kurban için çaldı.
Dördüncü kurban, Çekmeköy’deki Alemdağ ormanında bulunmuştu. Ağaçların arasında yatıyordu. Onu, köpeğiyle koşan genç bir adam bulmuştu.
Maktul yirmili yaşlarda bir erkekti. Ayağındaki spor ayakkabının teki yoktu, kot pantolonu boğuşmuşçasına yırtıktı, beyaz tişörtü çamur ve kana bulanmıştı. Eğer bileklerine lale dalı dolanmış olmasaydı, bunun kesinlikle başka bir cinayet olduğu söylenilirdi.
Yüzünde, hüznün kahkahaya çalan makyajı vardı. Yüzünün tamamı beyaza, göz çevresi ve dudağı siyaha boyalıydı. Maktul, bu kez bir pandomimciydi.
Orhan ve Pamir, topraktaki zikzaklara baktı. Maktul sürüklenmişe benziyordu, ayrıca boğuşma izleri vardı. Pamir, cesetten kimlik çıkıp çıkmadığı sordu. Tıpkı öteki maktuller gibi kimliği yoktu.
Pamir’in gözleri, ne maktulün yırtılan kıyafetlerine, ne de tenindeki darp izlerine takıldı. Onun gözleri, maktulün bileklerinde donup kaldı. Bileğinin hizasına gelip çöktü, “Eldiven,” diyerek elini, karşısındaki olay yeri inceleme polisine uzattı. Eline bir çift plastik eldiven kondu. Eldivenleri eline geçirip maktulün bileğini kaldırdı ve yavaşça avucunu açtı. Parmakların baskısıyla büzüşen lale kendini anında dışa attı.
Lale dalının ucunda, siyah bir lale vardı.
“Bunun sadece bir hikaye olduğuna inanıyordum,” diyiverdi, Pamir’in hemen arkasında duran ve hayretle laleye bakan Begüm.
Pamir’in sert bakışları anında Begüm’ün üstüne çevrildi. Zavallı kız, yanlış bir şey dediğini düşünerek kıpkırmızı kesildi. Nasıl doğrulduğunu, dahası nasıl yutkunduğunu bilemedi.
“Ne demek istedin?” diye sordu Pamir.
“Şey Başkomiserim, siyah lalenin varlığı kanıtlanamamıştır. Siyah lalelerin aslında koyu mor laleler olduğu söylenir.”
Maktulün sağ elini bırakıp, sol eline uzandı Pamir. Sağ eli gibi açamadı parmaklarını. Maktul adeta var gücüyle, son nefesini orada toplamıştı. Parmaklarının arasından gördüğü kadarıyla beyazdı, lale.
Ayağa kalkmadan önce baştan ayağa maktulü inceledi. Yüzünde dehşet verici bir ifade bulamadı. Belki de makyajdan dolayı görememişti. Kıyafeti, elleri, boynu, oldukça kirliydi. Bir tek lale dalı temizdi. Sanki öldükten sonra iliştirilmişti bileğine, ölüm anındaki tüm boğuşmadan uzak gibiydi. Eğer maktulün sol elinden de kolayca dışa fırlasaydı lale, şüphelenecek bir durum söz konusu olabilirdi. Ama sol elin parmakları, ölüm anında lalenin orada olduğunu kanıtlıyordu.
Ansızın bir esinti çıkageldi. Toprak bile ağacın yapraklarıyla bir şaha kalktı. Elini alnına siper ederek etrafa baktı Pamir. Biri koşuyordu. Koşarken ağlayan biri. Toprağı da, ağacın yapraklarını da onun gözyaşları harekete geçirmişti. Gözünden toprağa düşen damlalar, yeryüzünü sarsıyordu.
Siyah çelimsiz saçları yüzüne vura vura koşuyordu bir kız. Gözleri, çarpışan iki buluttan farksız değildi. Sağanak oturmuştu gözkapaklarına. Üstelik al yanaklarının bir şemsiyesi yoktu.
Alnındaki elini çektiği gibi kıza doğru koştu Başkomiser. Dosdoğru belini kavradı kızın. Onu tutmazsa, maktule sarılacağını anlamıştı. Cesedin üstünde fazladan parmak izine hiç gerek yoktu.
Kızı tutup yüzüne baktığında, siyah saçlarını geriye itmek istedi. Yapmadı. Kızın dudakları arasından çıkan kelimelere kulak kabarttı.
“Arcan!” diye inliyordu kız. “Sevgilim! Bir tanem!” Yüreğindeki acıyı bastırmaya çalışırcasına yutkundu kız ve onu tutan Başkomisere baktı. “Lütfen,” diye yalvardı. “Lütfen bana, onun beni bırakıp gitmediğini söyleyin.”
Dişlerini sıktı Pamir, ne diyebilirdi ki? Bir seri katilin, dördüncü kurbanını verdiğini, karşısındaki gencecik kıza nasıl anlatabilirdi?
Pamir’in imdadına Begüm koşarak yetişti. Ne de olsa kadının dilinden en iyi başka bir kadın anlardı.
Begüm’ün geldiğini görür görmez kenara çekildi Pamir ve ağır adımlarla Orhan’a doğru yürüdü. “Maktulün adı Arcan olmalı,” dedi, gözlerini iki kadınının üstünden ayırmaksızın.
“Kızı alıp emniyete geçelim mi? Burada bizim yapacağımız bir şey kalmadı.”
“Onu bulan adamla konuştun mu?”
“Sen gelmeden önce konuştum, bir ara emniyete uğrayıp yazılı ifadesini bırakacak.”
Begüm ve kız birkaç saniye sonra maktule doğru yürümeye başladı. Pamir ve Orhan yerinden kımıldamadı. Maktulün, hakikaten kızın sevgilisi Arcan olup olmadığının anlaşılması gerekiyordu. Kız yerde yatan maktulü görür görmez Begüm’ün kollarına yığıldı. Orhan, Pamir’den önce davranıp koştu.
Başını ağaçlara doğru kaldırdı Pamir, esinti hala devam ediyordu. Bir aşk, dünyadaki son nefesini vermişti ve cenaze namazını yapraklar kılıyordu.
Genç kızın adı Hülya’ydı. Emniyete geçmek yerine, ormana yarım saat mesafede olan, Arcan’la birlikte yaşadığı eve gittiler. Derme çatma bir apartmanın bodrum katıydı. Hülya gözlerini açar açmaz, “onu kimin öldürdüğünü biliyorum,” demişti. Ayrıca sevgilisini öldürenlerin, evlerini alt üst ettiğini söylemişti ve bu kesinlikle bir hırsızlık değildi.
Kapı açılır açılmaz, büyük bir kargaşa karşıladı onları. Hiçbir şey yerinde değildi. Ev adeta yerle bir olmuştu. Hülya haklıydı, bu kasten yapılmıştı.
Sokak kapısından girildiğinde bir tane sağda, bir tane tam karşıda ve bir de solda kapı vardı. Soldaki kapının ardı daracık bir mutfaktı. Karşıdaki muhtemelen yatak odasıydı. Hemen bitişiğinde bir kapı daha vardı, tuvalet olmalıydı. Sağdaki odaya, salona girdiler. Bir tane üçlü koltuk ve koltuğun karşısında televizyon ünitesi vardı. Televizyon ve muhtemelen televizyonun yanında duran çerçeveler yerdeydi. Halı cam kırıklarıyla doluydu. Halının üstünde iki tane sandalyeyle bir sehpa ters çevrilmiş halde duruyordu.
Odaya girer girmez, yerde duran fotoğrafa eğildi Begüm. Bu, Arcan ve Hülya’nın beraber çekilmiş fotoğrafıydı. Gülümsüyorlardı, mutlulardı. Hülya’nın elinde kırmızı kalpli bir balon vardı. Fotoğraf sahilde çekilmişti. Arcan’ın yüzüne baktı Begüm, beyaz tenli, güzel bir yüzü vardı. Hayat dolu görünüyordu. Hülya, Arcan’ın omzuna dahi gelmiyordu ve aralarındaki boy farkı umurlarında değilmişçesine sarılmışlardı. İçinin acıdığını duydu Begüm, az kalsın gözleri yaşlarla dolacaktı. Pamir ve Orhan’ın karşıdaki koltuğa oturduğunu görünce, elindeki fotoğrafı televizyon ünitesinin üstüne bıraktı. İki iri adamın arasına oturmaktansa, yerde ters dönmüş olan sandalyeyi alıp düzeltti. Öteki sandalyeye de Hülya oturmuştu.
Hülya hikayelerini olası en kısa haliyle anlatmaya başlamıştı. Arcan’la iki yıl önce tanışmışlar ve Arcan’ın zengin ailesi, bir pantomim sanatçısını gelin olarak kabul etmemişti. Bu yüzden Arcan saltanatı bırakıp bu harabeye gelmişti. Ne için? Aşk için mi?
Pamir, Arcan’ın bir ailesi olduğunu duyunca Hülya’yı susturup, duyduğu şeyin doğruluğunu sorguladı. Arcan’ın ailesi vardı, üstelik sadece zengin değildi. Tanınmış ve saygın bir aileydi. Ulus Mücevherat’ın sahibiydi. Türkiye genelinde yüzü aşkın kuyumcu dükkanları vardı. Ama esas iş, Kadıköy’deki holding binasındaydı. Arcan Hülya’ya aşık olmadan önce mücevherlerin tasarımından sorumluydu. Ama babası Hülya’yı istemeyince, Arcan da her şeyi bırakmış ve Hülya gibi pantomim yapmaya başlamıştı.
Hülya konuştukça konuştu. Fakat Pamir’in tek takıldığı şey: katilin neden taktik değiştirdiğiydi. Çok geçmeden, nedenini anladı…
Arcan, Hülya’nın yanına taşındıktan sonra, babası bir süre tehdit ederek oğlunu geri getirmeye çalışmış. Ama hiçbir tehdide kulak asmamışlar. Sonrasında işler çirkinleşmiş. Arcan’ın babası, Ercan Ulus, onların çalıştıkları yerden attırmış. Böylece Hülya çalışabilmek için devlete başvurmuş ve devlet onları, kimsesizlerin yurtlarına atamış. Her hafta başka bir yurda giderek, pantomim sanatlarını, dünyadaki en masum insanlara yapmışlar: terk edilen çocuklara. Pamir, katilin sadece kimsesizleri hedef almadığını anladı. Katil, kimsesizlerle bağlantılı herkesi hedef alıyordu. Tabi belli bir sıralaması vardı.
Devletten aldıkları para elbette ki yeterli olmuyordu. Bu yüzden arada özel davetlere katılıyorlardı. Dün ikisine de farklı davet gelmişti. Hülya Üsküdar da bir villaya gitmiş, Arcan ise Çekmeköy de bir inşaat firmasının temel atma törenine gitmişti. Tuhaf bir istekti ama paraya olan ihtiyaçları yüzünden o işin Arcan’ı öldürebileceğini düşünememişlerdi.
Hülya eve sabaha karşı anca gelebilmiş ve evi bu halde bulmuştu. Sonrasına Arcan’ı aramak için telefonuna baktığında, fotoğraflı bir mesajın geldiğini görmüştü. Mesajda: “Son…” yazıyordu ve fotoğrafta Arcan’ın ölü bedeni, bulunduğu yerde yatıyordu. Mesajı bilinmeyen bir numara göndermişti. Hülya, bunu Ercan’ın yaptığını düşünüyordu. Çünkü Ercan ve eşi Meltem Ulus dün gece şehir dışına çıkmışlardı. Hülya defalarca denese de ikisine ulaşmayı başaramamıştı.
Orhan, delil olarak Hülya’nın telefonunu aldı. Ona da evde kalmasını söyledi. Biraz sonra olay yeri inceleme ekibini yollayacaklardı. Onlar gittikten sonra da emniyete gelip yazılı ifadesini vermesi gerektiğini söyledi. Ancak Hülya, emniyet kelimesini duyunca istemsizce gerildi, bu Pamir’in gözünden kaçmadı. Yine de daha fazla oyalanmadan evden çıktı. Arabaya binene kadar ağzını bıçak açmadı.
Pamir bakışlarını tam karşıda sabit tutarak, “Eksik anlattı,” dedi. “Sakladığı bir şey var, önemli bir şey.”
“Masum ama tedirgin gibiydi,” diye karşılık verdi Orhan.
Ağır bir şekilde başını Orhan’a çevirdi, Pamir. Birkaç saniye sessizce bakıştılar. Sonrasında Orhan kontağı çalıştırıp Holdingin yolunu tuttu.
Pamir arka koltukta oturan Begüm’e döndü. “Emniyeti ara, Ulus ailesini ve Hülya’yı..” aniden sustu, kaşlarını çatarak Orhan’a baktı. “Sahi, neydi yahu bu Hülya’nın soyadı?”
Kafasını kaşıdı Orhan, “Sanırım..” sıkıntıyla yüzünü buruşturdu. “Sormadık.”
“Harika! O halde Ercan Ulus’a ulaşıyoruz, o ne de olsa öfkesini kusarken söyleyecektir,” yeniden Begüm’e döndü. “Ercan Ulus hakkında ne bulabiliyorlarsa bulsunlar, hemen ara!” dedikten sonra önüne dönüp kafasını kurcalayan bitleri ayıklamaya çalıştı. Garip bir şey vardı. Ercan Ulus ona uzak bir isim değildi.
1 Comment
Olaylar çok iyi ilerliyor. Merakım daha da arttı.Okuduğum her satır her bölüm duygu olarak çok iyi geçiyor. Her karakterin ne hissettiğini hissetmek ve ortamı olayları hayal edebilmek çok harika .Bir an gerilirken bir an olayla ilgili başka bir boyuta geçmek harikasınız 👏🏻