ZEHR-İ NERGİS / Bölüm 4

  Ekibi dehşete düşmüş bir halde Pamir’e baktı. Orhan yerinde kımıldayıp masaya doğru eğildi. “Neye dayanarak terör diyorsun?” diye sordu, Pamir’e.

“Bu bir terör saldırısı olsaydı, dosya bize verilmezdi,” diye geveledi İnci.

“Şimdi bir düşünün,” diye söze başladı Pamir. “Şehit çocuğusunuz, bir üsteğmen çocuğu. Yıllar sonra aniden ortadan kayboluyorsunuz. Bir sevgiliniz yok. Arkadaş çevreniz de yok denecek kadar az. Düşmanınız, başınızın dertte olduğu biri yok. Yalnızca anneniz ve siz. Peki, sizi kim kaçırır?

 Aylarca izinize rastlanmaz. Sonra birden vücudunuz parçalanmış halde, İstiklal Caddesinin ortasında bulunur. Üstelik polislerin sürekli olduğu bir yer burası ve sizin en son görüldüğünüz yer. Bir de parçalarınızın konduğu çanta var işin içinde. Çantayı gören bir vatandaş, bomba olabileceğinden şüpheleniyor. Kızı kayıp büro bulmuyor. Kaçıran kişi mesaj vermek için kalabalığa bırakıyor. Öyleyse tekrar soruyorum: Sizi kim kaçırmıştır?”

 Derin bir sessizlikli kapladı odayı. Bunun üstüne, “İstiklal Caddesindeki tüm kameralar incelenmiş mi? Çantayı kim bırakmış?” diye sordu Pamir.

“Çantayı bırakan kişi görülmemiş. Kimin bıraktığı bilinmiyor. O noktayı çeken tüm kameralar tam o sıra arıza veriyor,” dedi Orhan.

“Gördünüz mü? Bunu yapan bir katil değil.”

“Bunu terörle mücadeleye bildirmemiz gerekiyor.”

“Hayır, Orhan. Bildirmeyeceğiz. Amirim de bilmeyecek. Zaten elimizde bir delil yok. Bu yalnızca benim tahminim. Eğer terör değilse, terörle mücadeleyi gerçek işinden alıkoymuş oluruz.” Sandalyesini itip ayağa kalktı Pamir. “Bu dosyayla ilgilenen Komiserle görüşmek istiyorum, ona ulaşın,” dedikten sonra iyi akşamlar dileyerek odadan çıktı.

 Pamir’in arkasından Başar da çıktı, koşar adım yetişti Pamir’e. Onunla bir şey konuşmak istediğini söyleyince birlikte dışarıdaki çardağa geçtiler.

  Karşısında Pamir’i görünce, olduğu yerde sıçradı Fulya. Koltuğun köşesine sinmiş, kilitli odada bulduğu kitabı okuyordu.

“Seni korkuttum mu? Af edersin,” dedi Pamir, elinde ufak bir poşet vardı.

Fulya, “Kitaba dalmışım,” diyerek omuz silkti. “Zile basmış mıydın?” kitabı kapatıp yanına koydu.

Gözünün ucuyla kitaba baktı Pamir. “Hayır, basmamıştım.”

 Pamir’in kitaba baktığını görünce, “Bu kitabı sen mi aldın?” diye sordu Fulya. “Arka odada buldum. Evde böyle bir kitap olduğunu bilmiyordum.”

 Pamir kitaba bakarken birden kapağı bulanıklaştı.

“Çocuklar çok kutsalmış, doğru mu Hocam?”

“Kim dedi bunu sana?”

“Annem söyledi.”

Gülümsedi Hocası. “Her insan doğuşunda masumdur, Küçük Adam. Bebekler birer melektir.”

“Ama kanatları yok ki bebeklerin!”

Yeniden gülümsedi. “Meleklerin de kanatları olmaz.”

Gözleri pörtledi Küçük Adamın. “Olmaz mı?”

“Olmaz tabi. Meleklerin kanatları halk dilinde vardır. Gerçekte yoktur, tıpkı bebeklerin gerçek melek olmadıkları gibi. Bebekler dünyaya günahsız gelir. Melekler de günahsızdır. Bu yüzden bebeklere melek denir.”

“Kafam iyice karıştı, Hocam.”

Elini Küçük Pamir’in başına koyup, saçlarını okşadı Hocası. “Bir gün ne demek istediğimi anlayacaksın.”

“Hangi gün?”

“İlerde, çok ilerde. Büyüyüp, büyük adam olunca. Baba olunca.”

Omuzlarını silkti Küçük Adam. “Ben baba olmayacağım ki.”

“O da nedenmiş?”

“Geçen gün anneme de söyledim. Allah’a dua da ettim. Ben baba olmamalıyım.”

“Neden böyle bir dua ettin?”

“Çünkü benim bir babam yok. O toprak olmuş ve ben onu hiç görmedim. Baba ne demek onu bile bilmiyorum. Bilmediğim şeyi nasıl olurum?”

Eğildi Hocası, ellerini tuttu Küçük Pamir’in. “Sen babanın ne olduğunu çok iyi biliyorsun, Pamir. Hem de en çok sen biliyorsun. İki tane baban var senin.”

Gözlerini kırpıştırdı Küçük Adam.

“Hoca demenin baba demek olduğunu biliyor muydun? Sana daha önce söylemedim mi?”

Başını iki yana salladı.

“Hocan aynı zamanda babandır, Küçük Adam.”

“Siz benim babam mısınız?”

“Hocalar tüm talebelerinin babasıdır.”

“Öteki babam kim?”

“Annen.”

Güldü Küçük Pamir. “Ama o anne! Baba nasıl olur?”

“Evinize ekmeği kim getiriyor? Senin karnını kim doyuruyor? Sana giyecek alan, seninle ilgilenen, seni koruyan kim?”

“Annem.”

“Evet ve aynı zamanda annen senin baban. Çünkü baba demek, ekmek getiren demek. Baba demek, evdekilerin karnını doyuran; her ihtiyacını alan demek. Baba demek, ilgilenen demek. Baba demek, koruyan demek. Bunları sana kim yapıyorsa o senin babandır, Küçük Adam.”

“Vay canına! Benim annem, hem baba hem anne mi yani!”

“Evet. Sen çok şanslı bir çocuksun ve çok iyi bir baba olacaksın. Herkesten daha iyi bir baba.”

“Allah bana kızmış mıdır, Hocam?”

“Ne için?”

“Baba olmamak için dua ettim ya?”

“Kızmamıştır ama bir daha öyle dualar etme. Şimdi kitabımızı okuyalım mı?”

Gözleri parlayarak gülümsedi Küçük Adam. “Okuyalım.”

 Gülümsedi Pamir. “Bu kitabı ben getirdim. Biri hediye etti,” diyerek karısının yanına oturdu.

“Bakmak için almıştım. Sonra kitap beni kendine çekti.”

 Fulya’nın bu cümlesi ona kendi çocukluğunu hatırlattı. Karısıyla neden evlendiğini bir kez de çocukluğunun içinde gördü. Elindeki poşeti koltuğa koydu ve Fulya’nın ellerini tutarak dudağına götürdü. Öptükten sonra, “Bu kitap yıllar önce de beni içine çekmişti,” dedi ve Fulya’nın gözlerinin içine bakarak konuşmaya devam etti. “Bana hiçbir zaman geçmişimi sormadın. Beni hiçbir zaman bunaltmadın, kalbimi kırmadın, ailem olmadığını yüzüme vurmadın… Benim ailem oldun. Teşekkür ederim. Artık her şeyi anlatmaya hazırım,” dedi ve baştan sonra (Nergis haricinde) her şeyi karısına anlattı.

“Özür dilerim,” diyerek soluk verdi Pamir. “Sana ve bebeğimize yaşattığım her şey için özür dilerim.” Fulya sessizce gülümseyince devam etti. “Korkuyordum Fulya. Bir hocam olduğunu, bana babalığını öğrettiğini unutmuştum. Babanın ne olduğunu bilmiyordum. Bilmediğim şeyi nasıl olurdum? Korkuyordum. Kucağıma bebek verdiklerinde babalık yapamamaktan çok korkuyordum.”

“Sen zaten babasın, Pamir. Sen bir Başkomisersin! Senin bir ekibin, seni çok seven çocukların var.”

 Başını salladı Pamir. “Başar var, Begüm var..” bir an susup sırıttı. “Onları evlendirelim mi?” diyerek alnını karısının alnına dayadı. “Düğün gecemizi hatırlıyor musun?”

“Hiç unutmuyorum ki.”

“Annem beni bırakıp gittikten sonra ilk kez o gece dua ettim.”

“Dua ederken ağlamıştın, seni ilk kez ağlarken görmüştüm.”

“Şükrediyordum. Annem benden vazgeçti diye, şükrediyordum. O beni terk etmeseydi, ne Erdem’i tanıyabilir ne de seninle evlenebilirdim. Polis bile olamazdım. Yalnızca toprak olurdum. Şansım yaver gidip yaşasaydım bile seninle evlenemezdim. Orhan’ların aradığı bir suçlu olurdum, büyük ihtimalle. Annemle kalsaydım, yolum yoluna kesişmezdi.”

“Ben yine seni severdim Pamir. Suçlu da olsan, kalbim kalbini bulur değerdi ona.”

 Alnını çekip karısının alnını öptü ve geri çekilip sırıttı. “Bir oğlumuz olacak,” diyerek yanında duran poşeti aldı. Fulya kaşlarını havaya kaldırmış ona bakarken poşetin içinden bir çift mavi bebek patiği çıkardı. Fulya bu patiklerin mağazadan alınmayacak kadar eski olduğunu fark edince soru sormadan bekledi. Pamir patikleri Fulya’nın kucağına koyup, “Bunları annem, bana hamileyken örmüş,” diyerek Fulya’ya baktı. “Ondan geriye kalan tek şey..”

 Pamir’in gözlerinde yılların yorgunluğunu andıran bir ifade vardı. Fulya, bu ifadenin özlem olduğunu anlayabilecek kadar iyi tanımıştı onu. Pamir’in ellerini tuttu ve en içten gülümsemesini yüzüne yaydı. “Bu yüzden mi oğlan olacağını düşünüyorsun,” diyerek takıldı.

 Pamir sessizce başını salladı ve Fulya’ya patiklerin bunca zamandır nerede olduğunu anlattı.

  Başar’a aşka dair ne biliyorsa her şeyi anlatmıştı Pamir. Aslında ona farkında olmadan Fulya’yı anlatmıştı. Aşka düştüğünde hissettiklerini, Fulya’yı gördükçe içinin nasıl yandığını.. Onun arkasından nasıl koştuğunu.. Hayatında aldığı tek doğru kararın Fulya’yla evlenmek olduğunu. Sonrasında konu Begüm’e dönmüştü.

“Vazgeçme” demişti Başkomiseri, “Aşktan vazgeçme.” Başar’la bir baba gibi konuşmuştu. Ona, her adımında yanında olacağını hissettirmişti. Olacaktı da. Başar’la Begüm’ü evlendirecekti. Farkındaydı. Begüm de en az Başar kadar seviyordu. Başkomiserler ekibiyle ilgili her şeyi bilirdi. Pamir de biliyordu. Mithat’ın hayatındaki tek gecelik kadınların arkasından ağladığını bile biliyordu. O Başkomiserdi.

  Pamir ne çok seviyordu karısını. Ne çok seviyordu karısı onu. Nasıl şüphelenebilmişti? Karısı onu asla aldatmazdı. Test yanılmış olmalıydı. Derin bir iç çekip geçmişini geri almak için yola koyuldu.

  Başkomiser olarak girmişti yurda. Başka türlüsünü yapamazdı. Yüreği o kadar da iyileşmemişti. Müdürün odasına girdi, değişmişti adam. Tanımadığı genç biri oturuyordu, masanın arkasındaki sandalyede. Pamir içeri girince ayağa kalktı. İri yarı, kaslı bir adamdı. “Buyurun?” dedi, gür bir ses tonuyla.

 Başta ne diyeceğini bilemedi Pamir. Müdür, yurtla ilgili bir sıkıntı olup olmadığını sordu. Masanın önünde duran sandalyeden birine oturdu Pamir. Müdür de onun karşısına oturup kendini tanıttı. “Serdar,” diyerek.

 Pamir cebinden kimliğini çıkardı, anne ve baba adı boş olan alana bakıp Serdar’a uzattı. “1985 yılında buraya annesi tarafından bırakılan küçük Pamir’in bilgilerini istiyorum.”

 Serdar bir anlığına ne diyeceğini bilemedi. Karşısında heybetli bir Başkomiser duruyordu ve şimdi o adamın göründüğü kadar heybetli olmadığını fark etmişti. Çünkü kendisi gibiydi. Onu en iyi anlayacak insanlardan biriydi Serdar. Başını gayri ihtiyari sallayarak, “Bir bilgisayardan kontrol edeyim,” diye geveledi ve bilgisayarın başına geçip, sandalyeye oturdu.

“Beni annem getirip bıraktı ve bırakırken yeni bir nüfus çıkarılmasını istedi. Anne baba adının silinmesini, yalnızca soyadımın kalmasını talep etti. Bir de ufak bir kutu bırakmıştı. Yurttan ayrılırken bana geri verdiler ama kabul etmedim. Adını kimliğimde bile istemeyen kadından kalan hiçbir şeyi istemedim. Ama..” durup nefes aldı. “Eğer o kutu hala duruyorsa, almak istiyorum.”

“Sizi buldum, Pamir Bey. Bilgileriniz hala mevcut. Annenizin adını öğrenmek ister misiniz?”

“Zaten biliyorum.”

“Söylediğiniz kutu için burada bir şey yazmıyor. Bir odamız var, alınmayan eşyaları ve verilecek olanları orada tutuyoruz. Biraz beklerseniz birini görevlendireyim, baksın,” deyip ayağa kalktı Serdar ve odadan çıkıp gitti.

 Yıllar boyu ceza alıp durduğu odaya bir göz attı Pamir. Eski korkunç görünümü yok olmuştu odadan. Daha ferah, daha sıcaktı artık. Serdar’ı da sevmişti, çocuklara kötü davranan bir adama benzemiyordu. Kumral ve güzel yüzlü bir adamdı Serdar. Kendisinden çok da büyük görünmüyordu. En fazla kırk yaşında olmalıydı.

 Başını, sandalyenin başına dayayıp derin bir soluk aldı ve sıkıca gözlerini yumdu. Yanında duran, kaşları çatılmış haldeki buğday tenli çocuğu ve kızıl saçlı, güzel annesini görmek istemiyordu. Annesinin onu neden buraya getirdiğini bilmek, şimdi daha çok canını yakıyordu. Çok geç kalmıştı Başkomiser. Annesini koruyabilecek güce eriştiğinde, annesinin cesedini bulmuştu. Artık her şey için çok geçti.

  Eğer otuz bir yıl önce kızıl saçlı güzel kadın, buğday tenli o çocuğu buraya getirip bırakmasaydı; dünyanın en güzel kokan kadınıyla evlenemeyecekti. O kadını ‘karısını’ tanımayacaktı bile. Belki de annesi, oğlu aşkı bulsun diye, onu bırakıp gitmişti.

“Tabi ki önce oğlunun yaşaması gerekiyordu,” diye mırıldandı Pamir. Tam o sırada kapı açıldı ve Serdar geri döndü, bilgisayar başındaki yerine oturdu. “Sizin için bakıyorlar,” dedikten sonra, “Öğrenmek istediğiniz bilgi var mı?” diye sordu.

“Aslında var.” Bir anlığına durakladı. “Babam..” iç çekti. “Babamla ilgili bir şey yazıyor mu?”

“Hemen bakıyorum.”

 Ellerini kucağında birbirine kavuşturdu Pamir. Geçmişini, büsbütün geri almak için gelmişti buraya. Geri alacaktı ama olduğu adamı serbest bırakmayacaktı. Geçmişi olmayan bu adama, bir geçmiş vermiş olacaktı.

“Yedi yaşındaymışsınız buraya geldiğinizde,” dedi Serdar. Bir sorudan ziyade, sohbet açmak için bir başlangıçtı.

“Yedi yaşında ve öfkeliydim. Annem buradan çıkıp gidince, kendime söz verdim. Onu ve onunla geçen yedi yılı unutmak için.”

“Buraya sizin gibi gelenlerin birçoğu böyle yapar. Koca adam olduğunda, annesinin adını bile bilmez. Birçoğuna devlet yeni anne baba adı verir. Kimlikleri boş kalmasın diye.”

 Onaylayarak başını salladı Pamir. “Eğer büyüdüğünüzde bir Başkomiser, üstelik cinayet masasında bir Başkomiser olursanız; annenizin cesediyle karşılaşma ihtimaliniz vardır. Böylece otuz bir yıl önce her şeyi unutmuş olmanız hiçbir işe yaramaz. Bunu da o yaştaki hiçbir çocuk bilmez.”

 Dehşetle gözleri büyüdü Serdar’ın. “Annenizin cesedini mi buldunuz?”

 Pamir başını sallamakla yetinince, “Annenizin sizi neden bıraktığını biliyor musunuz?” diye sordu Serdar.

“Orada ne yazıyor?”

“Babanızın adıyla ilgili bir şey yok. Fakat annenizin bekar bir anne olduğu ve sizi buraya bakamadığı için getirdiği yazıyor. Babanızla hiç evlenmemiş, o sizi istememiş.” Bir anda durdu. “Kusura bakmayın, böyle söyledim ama..”

“Lütfen,” dedi Pamir. “Lütfen, ne yazıyorsa hepsini söyleyin.” Acıyla güldü. “Demek ben gayri meşrumuşum, öyle mi?”

 Serdar, “Soyadınız, annenizin soyadıymış,” dedikten sonra odayı bir sessizlik kapladı. Ve sessizliği bozan yine Serdar oldu. “Bazen geçmişi hatırlamamak en doğrusudur. Yaşamak için geçmişe ihtiyacımız yok.”

“Yaşamak için kendimize ihtiyacımız var.”

 Serdar ellerini masada birleştirerek Pamir’e baktı. “Beni yurda babam bırakmıştı. Annem ölmüş ve babam bana bakamamıştı. On yaşındaydım. Beni bırakıp gittikten sonra ben de sizin yaptığınızı yaptım. Onu unuttum. Sorsanız, adını bile bilmiyorum.”

“Şimdi içim rahat etti, biliyor musunuz?”

“Niçin?”

“Bu çocukların başında siz olduğunuz için.”

 Gülümsedi Serdar. “Ben yurtta çok eziyet gördüm. Müdürümüz döverdi, sağ olsun! Bir gün yine dayak yiyoruz, banyoda hortumla vuruyor bize.. İşte o gün karar verdim, yurda müdür olmaya. Çocuklar sevgiyi ve şefkati hak eder, ama bizim gibilerin sevgiye ve şefkate herkesten daha çok ihtiyacı vardır.”

“En doğru kararı almışsınız. Bizim müdürümüz sizinki kadar gaddar değildi tabi ama iyi de diyemeyeceğim.”

“Yurtlar çok değişti, Pamir Bey. Çok şükür eski zulümler kalmadı. Yapan yapıyordur tabi yine. Ne diyelim, Allah’ından bulsunlar!” dedikten sonra asıl konuya geri döndü. “Babanız hakkında başka bir bilgi yok. Bize gelen nüfus bilgileriniz var. Anneniz sizi doğduğunuzda kendi kütüğüne kayıt ettirmiş. Şimdiki kütüğünüz bu ilçeye kayıtlı. Annenizin memleketini öğrenmek ister misiniz?”

 Hayır, anlamında başını sallayarak, “Annemi yalnız bırakan ailesini bulmayı düşünmüyorum,” dedi.

Serdar tekrar bilgisayar ekranına bakarak, “Bir de prosedür gereği oturduğunuz yerin adresi kayıtlanmış,” dedi.

 Pamir adres bilgisini isteyince, Serdar masadaki kâğıt destesinden bir tane koparıp adresini not ederek Pamir’e uzattı. Kâğıtta yazan adrese bakmadan, katlayıp cebine soktu, Pamir. Tam o sırada kapı tıklandı.

 Yaşlıca bir adam girdi içeri. Üstünde mavi, temizlik önlüğü vardı. “İstediğiniz kutuyu buldum, Serdar Bey,” dedi, kutuyu masaya koyarak.

“Teşekkür ederim, Ferit Abi. Çıkabilirsin.”

 Adam çıkınca kutuyu Pamir’e uzattı, Serdar. “Emanetiniz,” diyerek gülümsedi.

“Size ne kadar teşekkür etsem az.”

“Rica ederim, ne demek.”

 Kutuyu alarak ayağa kalktı Pamir. Tokalaştılar ve çıkmak için kapıya doğru yürüdü. Odadan çıkıp, çocukların olduğu salona göz atınca aniden aklına geldi. Hızla odaya geri döndü. Kapıyı tıklatarak açtı. “Size bir çocuk soracaktım,” dedi. “Adı Masum.”

“Masum’u neden soruyorsunuz?” diye sordu Serdar.

“Ahsena Akyürek, onun gönüllü annesiydi, değil mi?”

“Nereden biliyorsunuz bunu?”

“Birkaç gün önce onu tutuklamıştım. Yurdun önünde. Ahsena’yı sorguya götürürken ekibim yurda girdi. Belki hatırlarsınız?”

 Serdar hatırladığını ifade ederek başını sallayınca, Pamir konuşmaya devam etti.

“Kadın öldü. Katil olan o değildi ama yardım ve yataklık yapmıştı. Hapse girmeden katil tarafından öldürüldü. Her neyse! O yurdun bu yurt olduğu çıkmış aklımdan. Az önce hatırlayıverdim. Onunla tanışmam mümkün mü?”

“Elbette, fakat şuan yurtta değil. Okuldan dönmedi henüz. Okul çıkışında dersi vardı bugün. Pazartesileri okulun yaptığı matematik dersine giriyor.”

“Onunla en rahat ne zaman tanışabilirim?”

“Hafta sonu.”

“Bizim işimizde söz verilmez. Ama eğer hafta sonu işle ilgili bir sorun olmazsa geleceğim.”

“Öyleyse hafta sonu görüşmek üzere.”

  Böylece geçmişi, Pamir’e geri dönmüştü. Hem de fazlasıyla.

Yazıyı beğendiyseniz bir yorum bırakın: