ZEHR-İ NERGİS / Bölüm 3

  Beyoğlu’nun dar sokaklarından heybetli iki adam geçti. Eski sokakların insanın içini ısıtan bir havası vardı. Apartmanlar dahi eski görünümleriyle korku salmıyor, merak dolduruyordu. Her apartmanın, her evin bir hikâyesi vardı ve Beyoğlu sokaklarında bu hikâyelerden bolca bulunuyordu.

 Pamir yarısı dökülmüş bir apartmanın önünde durdu. Giriş katın hikâyesini çözebilmek için gelmişti. Kızını kaybetmiş bir anneyle görüşmeyi istemiyor olmasına rağmen zile bastı. Bu kez durum farklıydı, hassastı.

  Ufak tefek, zayıf bir kadındı Şerife. Kırklarındaydı fakat hayatın acımasızlığı onu ellilerde gösteriyordu. Beyaz teni solmuş, yeşil gözleri sararmıştı. Başında iğne oyalı tülbendi, üstünde lacivert entarisi vardı. Elleri ve yüzü dışında her yeri örtülüydü. Pamir ve Mithat’ı içeri buyur ederken sarsılmadan dimdik durdu.

  Evin kapısından içeri girer girmez duvarda asılı olan Türk Bayrağı karşılıyordu. Bayrağın sağında ve solunda kapı vardı. Sağ kapı kapalı, sol kapı açıktı. Solu işaret etti Şerife. Sol kapıdan içeri girdiler. Kapının tam karşısında odayı aydınlatan pencereler, pencerelerin altında karşılıklı iki çekyat; kapının solunda kalan duvarda vitrin ve konsol vardı. Kapının hemen sağında da kapı büyüklüğünde oyulmuş duvar vardı: Mutfağın girişiydi burası. İki çekyatın arasında sehpa duruyordu. Sehpanın üstüne iğne oyasıyla yapılmış bir örtü örtülmüştü.

 Çekyata oturunca etrafına bakındı Pamir. Sehpanın üstündeki örtünün devamı her yerdeydi. Vitrinin içinde, konsolun üstünde… Kadın tam içeri girmişti ki, Pamir tekrar ayağa kalktı. Konsola doğru yürüdü.

 Başındaki bordo beresini, göğsündeki Türk Bayrağını gururla taşıyan Şehit Üst Teğmenin fotoğrafının önünde durdu. Üst Teğmenin yüzündeki huzura baktı. Koyu yeşil gözlerindeki huzura…

“ ‘Asker ve polis görev için yaşar’ derdi. Askerin ve polisin görevinin ortak olduğunu söylerdi,” dedi Şerife ve devam etti. “Çocukluğundan beri Özel Harekâtta olmak istemiş. Biz tanıştığımızda henüz bir Er’di. O çok güzel bir adamdı. Üst Teğmen rütbesine kadar yükseldi ve Şehit oldu. Kızımız dört yaşındaydı. Babasız kız çocuğu büyütmek çok zor, Başkomiser. Evet, Şehitler ölmez ama babalar ölür Başkomiser, kocalar ölür…

 Fakat yine de tek bir gün, tek bir gün bile ağlamadım. İsyan etmedim. Benim kocam Şehit oldu, Vatan sağ olsun, biz kadınlar kocasız kalırız.

 Çay alır mısınız?”

  Buruk bir tebessümle, “Varsa alırız,” dedi Pamir. Şerife mutfağa girince, “Biliyor musun,” diyerek Mithat’a döndü. “Askerliğimi Hakkâri’de yaptım. Oranın bambaşka bir havası var. Çok başka..” dedikten sonra kalktığı yere geri dönüp oturdu. “Vatan,” diyerek iç çekti. “Vatan uğruna can veren adamların çocuklarına sahip çıkmalıydık, Mithat.”

 Mithat omuzlarını silkerek, “Biz de görevimizi katillerini bularak yapıyoruz, Başkomiserim,” diye fısıldadı.

 Mithat’ın bakışlarındaki hüznü, kendi hüznüne ekleyip ‘Vatan’ diye geçirdi içinden Pamir.

  Begüm, Başar’ın en son attığı mesaja ne yazılı ne sözlü olarak cevap vermişti. Emniyette ondan köşe bucak kaçıyor. Gözlerine bakmamak için yoğun çaba sarf ediyordu. Başar da artık oluruna bırakmıştı. Begüm nasıl isterse öyle olsundu. O kalbini Begüm’e açmış ve yüreğini hafifletmişti.

 Başar, Begüm ve Orhan toplantı odasındaki masada oturmuş Yurdagül’ün dosyasını incelerken, birbirlerinden uzak tuttukları bakış, Orhan’ın dikkatinden kaçmamıştı. Derin bir iç çekip, tam soru soracaktı ki içeri İnci girdi. Elinde tuttuğu şeffaf dosyayı masanın üstüne bırakarak sandalyeye oturdu. Orhan kaşlarını kaldırarak İnci’nin suratındaki ifadeye bakarak, “Hayırdır İnci, arkandan biri kovalamış gibisin,” dedi.

 Başını gayri ihtiyari iki yana sallayarak masaya koyduğu dosyayı işaret etti. “Tuhaf bir şey oldu.”

 Orhan soru sormadan İnci’nin devam etmesini bekledi. İnci koca bir iç çekip açıkladı. “Başkomiserim geçen gün bana bir isim vermişti, araştırmam için. Aslanoğlu ailesiyle doğrudan bağlantılı biri, Aykut’un kızı.”

 Orhan konuşmanın nereye varacağını anlayarak araya girdi. “Nergis Aslanoğlu’nu araştırttı değil mi?” diye sordu. İnci evet şeklinde başını sallayınca devam etti. “Ne buldun hakkında?”

“Onun buzluktaki kadının kızı olduğunu ve birkaç genel bilgi,” dedikten sonra başını iki yana sallayarak, “O kadın Pamir’in annesi, değil mi?” diye sordu.

 Soruyu cevaplamak yerine masada duran dosyaya uzandı Orhan. Dosyayı alıp ayağa kalktı. “Bu olayı unutun. Böyle birini hiç araştırmadın. Pamir’e bu dosyadan bahsetme.”

“Nasıl yani? Ne demek istiyorsun?”

 İnci’ye aldırış etmeden odadan çıkmak için arkasını dönmüştü ki, İnci ayağa kalkıp hızla Orhan’ın kolunu tuttu. “Doğru tahmin ettim, değil mi? O kadın Pamir’in annesi. Böylece Nergis de Pamir’in kardeşi.”

“İnci!” diyerek sesini yükseltti Orhan. “Kurcalama!”

“Sen bana emir veremezsin, ayrıca bunu kayıp büroya bildirmemiz gerekmiyor mu?”

“Gerekmiyor. Şimdi izin ver, işim var.”

 Öfkeyle soludu İnci. “Pamir’in haberi var mı?” diye sordu. Orhan başını olumlu anlamda sallayınca, kolunu tutmayı bıraktı. Böylece Orhan odadan çıkıp giderken, O da masaya döndü. Başar ve Begüm günler sonra ilk kez göz göze gelmişlerdi.

 Çekime mola verdiklerinde Fulya’nın telefonunda dört cevapsız çağrı vardı. Hepsi de annesine aitti. Geri ara tuşuna basarak telefonu kulağına götürdü. Annesinin hoşnutsuz sesi telefonun öteki ucundan yankılanınca gözlerini devirerek, heyecanla Aslı’nın konsepti kurmasını izleyen çiftine baktı.

 Annesi nasılsın diye sormadan neden dört aramasını açmadığını sorarak yakınmaya başladı. Sonra da neden aradığını söyleyerek konuyu her zamanki gibi Pamir’e getirdi. Geçen gece yemekte olanları konuşmak istiyordu. Ama Fulya’nın bu konuyu ne konuşacak vakti ne de isteği vardı. Çalıştığını söyleyerek telefonu kapatmaya çalıştı. Fakat annesi bu kez de konuyu Meltem’in boşanma davasına getirdi. Fulya çaresizce konuşmaya katılmak zorunda kaldı. En azından konuyu Pamir’den uzaklaştırdığı için mutluydu ve annesine hamile olduğunu henüz söylemeye niyeti yoktu.    

  Mithat kontağı çalıştırdı. Araba, Beyoğlu sokaklarından hüzünlü bir sessizlikle uzaklaştı. Bir süre sonra Mithat, “Zor bir dosyayla baş başayız, öyle değil mi Başkomiserim?” diye sordu. Pamir başıyla onaylar gibi bir işaret yapınca, onun düşünüyor olduğunu anladı Mithat. “Düşünceniz ne?”

 Bakışlarını Mithat’a çevirerek, “Cinayet olmadığı,” dedi Pamir ve devam etti. “Cinayet olduğunu düşünmüyorum. Yurdagül’ün ölümünün ardında başka şeyler var.”

“Ne gibi?” bir anlığına bakışlarını yoldan çekti. Pamir’in kararlı suratına baktı.

Gözlerini kıstı Pamir. Ciğerlerini doldurdu.

“Başkomiserim? Ölümünün ardında ne var?”

“Terör…”

– CELLAT –

  Çenesini klozetin ucuna dayayıp gözlerini yumdu. Az önce tüm midesini, klozetin içine boşaltmıştı. O kadar çok kusmuştu ki bacakları titriyordu. Onu öldüreceklerdi. Biliyordu, korkuyordu. İki hafta olmuştu. Adeti iki hafta gecikmişti ve sürekli kusuyordu. Onu öldüreceklerdi. Biliyordu, korkmayacaktı.

  Kapı yavaşça tıklandı. “İçeri gelebilir miyim?” diye soran annesiydi. Kalbi hızlandı, ne vakit annesinin sesini duysa aynısı oluyordu. Filmler de ‘aşk’ diye anlattıkları hisler, annesinin sesinde saklanmıştı.

 Ayağa fırladı. Elinin tersiyle dudağını sildi ve sifonu çekti.

“Nergis? Her şey yolunda mı?”

 Annesini duymazdan gelip musluğu açtı.

  Kapıyı açıp, annesiyle göz göze gelince sıçradı.

“Konuşalım mı biraz?” dedi annesi.

 Omuz silkti Nergis.

“Evde kimse yok,” diye fısıldadı annesi.

“Ne konuşacaksın?”

 İşaret parmağını kızının yanağında gezdirdi.

  Yan yana oturdu anne kız. Annesi kızına döndü. Kızının dizlerinde duran ellerini tuttu. “Git bu evden, Nergis,” dedi.

 Kaşlarını kaldırdı kızı, alaycı bir ifadeyle kıvrıldı dudağı. “Benden tamamen vaz mı geçiyorsun, anne?”

 Başını iki yana salladı annesi. Kirpiğine bir damla yaş ilişti. “Bir anne asla çocuğundan vazgeçmemeli.” Kızının elini, üstünde kendi eliyle birlikte, kızının karnına koydu. “Sen de vazgeçme istiyorum.”

“Yani benden vazgeçiyorsun?”

“Benim yaptıklarımı yapma istiyorum.”

“Sen ne yaptın ki, anne?” Elini hızla annesinin elinin altından çekip ayağa kalktı. “Söylesene, sen ne yaptın? Sen bir anne bile olmadın! Nereden bilebilirsin vazgeçmeyi? Hiç kavuşmadığın şeyden nasıl vazgeçebilirsin ki?”

“Ben…”

“Sen.. Zaten hep sen! Ben senin dünyanda hiç olmadım.”

 Gözlerine biriken yaşlar yanağına indi annesinin. Yavaşça ayağa kalkıp kızının eline uzandı. “Ben bu evde senin için varım.”

 Bir adım geri gitti kızı. “Bana bu evde işkence ediyorlar, anne!”

“En azından hayattasın.”

“Ne! Hayatta mıyım! Evet, haklısın anne! Doğduğum günden beri babam da dahil herkes tarafından aşağılanıyorum, dövülüyorum, eziliyorum.. Ama bak hayattayım! Haklısın anne! On beş yaşındayım ve hamileyim! Ama evet hala hayattayım…”

 Bacaklarının bağı çözüldü, yere yığıldı Nergis. Annesi fırladığı gibi kızını kollarına aldı. “Özür dilerim, bebeğim,” diye mırıldandı.

 Kızı hıçkırıklara boğularak yüzünü annesinin göğsüne bastırdı.

“Onu doğurduğumda yalnızdım. Bir arkadaşım vardı, o kadar. Ne annem, ne bebeğimin babası… Onu kucağıma alınca anneliği hissettim. Ama haklısın kızım, ben o zaman da beceremedim. Yapamadım. Onu koruyamadım. Ondan vazgeçtim.”

 Başını kaldırıp annesinin ıslak yüzüne baktı. “Kimden?”

“Oğlumdan. Abinden.” Hıçkırarak içini çekti. “Benim yaptıklarımı yapma, Nergis.” Elini kızının karnına koydu. “Ondan vazgeçme.”

“Sen niye vazgeçtin?”

“Yalnızdım.”

“Babası?”

 Gözlerini kaçırdı annesi, cevap vermedi.           

“Peki ya benim babam? Söylenenler doğru mu, anne?”

“Sen babanın evindesin. Doğru değil, söylenenler doğru değil.”

“Neden babam onları susturmuyor öyleyse? Neden O da bana başkasının çocuğuymuşum gibi davranıyor? Sen bile öyle davranıyorsun!”

“Ben senin annenim!”

“Emin misin?”

“Nergis…”

“Adımı sen mi koydun?”

“Evet.”

 Başını sallayarak ayağa kalktı. “Nergis çiçeğini sever misin, anne? Adımı bu yüzden mi Nergis koydun?”

“Severim.”

“Keşke beni de sevebilseydin.”

“Seviyorum…”

“Bana niye zehirli bir çiçeğin adını verdin? Söylesene, Nergis çiçeğinin neresi zehirlidir?”

“Ne yapıyorsun?”

“Seni tanımaya çalışıyorum.”

“Beni zaten tanıyorsun.”

“Hayır. Seni tanımıyorum.”

“Bir abin olduğunu sakladığım için böyle düşünüyorsun.”

 Omuz silkti. “Nergis çiçeğinin soğanı zehirlidir, anne. Dikkat etmen gerekir, yoksa öldürür,” deyip arkasını döndü. Tam odadan çıkacakken durdu. “Kimseye hamile olduğumu söyleme. Yoksa zaten beni öldürürler. Onlar yapmadan, ben bu bebekten kurtulacağım. En azından ben hayatta kalayım, değil mi anne?”

 Annesinin konuşmasına fırsat vermeden evden çıkıp gitti. 

  Elinin tersiyle burnunu silip, defteri yastığın altına geri koydu Cellat. Bu defter annesinindi. O gün, bir abisinin olduğunu öğrendiği gün, annesinin gözlerinde görmüştü: Doğduğu günden beri görmek için yalvardığı o anne sevgisini. İşte oradaydı, oğlundan bahsederken, gün yüzüne çıkmıştı. Annesi o sevgiyi sadece oğluna vermişti. Nergis’e hiçbir zaman öyle bakmamıştı, onu sevdiğini söylerken bile. Kızına zehirli bir çiçek adı vermişti. Oğluna dünyanın en güzel dağlarının adını vermişti. Burada bile adil davranmamıştı. Oğlu, Nergis’in istediği her şeye sahip olmuştu. Cellat ondan nefret ediyordu.

  Ayağa kalktı ve başını yukarı kaldırdı. “Az kaldı abi. Hayatını mahvetmeye geliyorum. Seni seven herkesi senden almaya, yaşadığım acıyı sana armağan etmeye geliyorum. Az kaldı Pamir Dinçer, celladının sana ulaşmasına az kaldı.”

Yazıyı beğendiyseniz bir yorum bırakın:

[instagram-feed]