ZEHR-İ NERGİS / Bölüm 14

 YURDAGÜL KİRAZ       

-03 MART 2015 / Salı –

   İlkbaharın sıcaklığı oldukça yavaş geliyordu, tabi yüreğimde açan çiçekleri saymazsak. Yüreğim çoktan yazı yaşamaya başlamıştı.

 Okuldan çıkınca arkadaşlarla İstiklal Caddesinde bir Kafe’ye gittik. Bir süre sonra Adem geldi. Birkaç masa ötemize sessizce oturdu. Koyu bir çay söyledi ve gazetesini yüzüne siper etti. Günden güne daha yakışıklı, daha genç görünüyordu ve ona bu denli yakınken uzak olmak canımı sıkmaya başlamıştı.

 Masada yedi kişiydik, 4 kız 3 erkek. İki kişi Kürt kökenliydi ve erkeklerin birinin annesi Yunan’dı. Yaklaşık iki saat sonra ırklar ve ülkeler konusunda bir gerginlik yaşandı. Yaptıkları yorumları sessizce dinledim. Tam askerlerimize laf edeceklerdi ki, gür bir sesle aralarına karıştım.

“Beğenmeyen çeker gider, sizi zorla bu ülke de tutan yok!”

“Yapma Yurdagül!” dedi Kürt kökenli Kasım. “Her gün insanlarımız öldürülüyor. Bu asker ne yapıyor? Neden hala terör var? Kürt’ün ölmesine öylece izin veriyorlar.”

“Öyle mi düşünüyorsun, hakikaten? Askerimiz izin mi veriyor? Askerimizin sefa sürdüğünü nasıl düşünebilirsin?! Her gün kaç şehit veriliyor senin haberin var mı?”

 Hırsla gözlerini devirdi Kasım. “İster kabul et, ister etme ama Türkler oldukça zalim.”

 Gürültüyle sandalyemi ittim ve ayağa kalktım. “Ben bir asker kızıyım. Anladın mı! Benim babam bu Vatan uğruna, Hakkâri’de ki Kürt kardeşlerimizi korurken şehit oldu. Bir gün, tek bir gün bile Türk’ü Kürt’ten ayırmadı! Ben ne babamdan, ne onun asker arkadaşlarından ırkçılık yaptıklarını işitmedim. Eğer ki ‘Türk ve Kürt olarak ayrım yapan bir insan görürsen, şüphesiz o haindir!’ derlerdi. Ve hainlerin bu topraklara ayak sürmesi kadar acı veren bir şey yok. Umarım tez vakitte defolup gidersin!” dedim ve çantamı kaptığım gibi kafeden ayrıldım.

 Çok sinirlenmiştim, Kasım’ı bir kaşık su da boğmak istiyordum. Hızlı, çok hızlı yürüyor ve arkama bakmıyordum.

  Üç dakika içinde Taksim meydanına geldiğimi gördüğüm sıra, bir el beni kendine doğru çekip durdurdu. Kalbim onun göğsüne değdiğinde nefes nefese kalmıştım.

“Sakince soluklan,” diye fısıldadı.

 Dudaklarımın arasından soluk aldım. Kolumdaki eli belime kaydı, yavaşça beni göğsüne bastırdı. Gözlerimi yumup, başımı kalbinin üstüne koydum. Öteki eliyle usul usul saçlarımı okşamaya başladı.

“Geçti,” diye mırıldandı. “Yaşamayan hiç kimse, şehit çocuğu olmanın zorluğunu anlayamaz. Sen güçlü bir kızsın Yurdagül ve her zaman güçlü olmak zorundasın. Çünkü sen daima bir şehit kızı olarak kalacaksın.”

 Kirpiklerimden süzülen damlaları görmediği için minnettardım. Haykırmamak için var gücümle dudağımı ısırdım. Elinin belimdeki ve saçımdaki sıcaklığı, yüreğimin çiçeklerini suluyordu. Ona aşık olmamalıydım, ben hiç kimseye aşık olmamalıydım. Ama yapamıyordum, Adem’in söylediği kadar güçlü değildim. Aşka yenilmek üzereydim. Usulca sildim kirpiklerimi. Başımı kaldırıp, siyah gözlerine baktım. “Nar suyu içebilir miyiz?”

 Elini saçımdan ve belimden çekerken gülümsedi. “Elbette içebiliriz.”

 Yan yana yürümeye başladık. İçimde, elini tutmayı isteyen bir güç vardı. Konuşarak o hissi bastırmaya çalıştım. “İnsanlar neden acımasız?”

 Elleri cebindeydi, gözünün ucuyla yüzüme bakıp omuz silkti. “Rekabet acımasız olmayı gerektirir.”

“Neyin rekabeti bu?”

“‘En güçlü kim?’”

“Kim peki?”

“Her devlet ve her insan, en güçlü olduğunu söyler. Ama en güçlü diye bir şey yoktur. Güç insanın içindedir. Her insan içinde olup biten savaşa kulak verir ve yenmeyi başarırsa.. O güçlüdür.”

“Sen bir askersin. Askerler daima güçlüdür.”

“Askerlerin de zayıf olduğu anlar vardır.” Durdu ve önüne geldiğimiz yeri işaret etti. “Burada nar suyu vardır, gel girelim.”

 Başımı sallayarak içeri girdim. Bir masaya oturduk ve nar sularımızı söyledik. Gözlerine baktım, gözlerindeki derin anlamı anlamaya çalıştım. Ona zayıf noktasını sordum. Beni duymazdan gelerek iç çekti. Omuzlarımı silktim. “Benim zayıf noktam babam,” diye geveledim.

“Bunu insanlara göstermemelisin,” dedi. “Yoksa canını yakarlar.”

 Acıyla kıvrıldı dudağım, “Canım oldukça yanıyor,” diye fısıldadım.

“Başa çıkmayı öğrenmelisin.”

“Bana öğretmelisin.”

 Tatlı bir ses çıkararak gülümsedi.

“Neden birbirimizi daha iyi tanımıyoruz?” diye mızmızlandım. Onun karşısında kendimi özel hissediyordum. Ne yaparsam yapayım, nasıl davranırsam davranayım hep yanımda olacağını biliyor gibiydim.

“Ben seni tanıyorum,” diyerek göz kırptı.

“Daha iyi dedim!”

 Bembeyaz dişlerini göstererek sırıttı. “Daha iyi tanıyorum.”

“Saçma!” diyerek kahkaha attım. “Benim sırlarım var, kendimden bile sakladığım sırlar. Onları bilmeden, beni tam anlamıyla tanımış olamazsın.”

 Kollarını masaya koyarak eğildi. Bakışlarını gözlerime dikip, “Bir insanın zayıf noktasını biliyorsan, onu yeterince tanıyorsundur,” dedi.

“Yani, sırların hiçbir önemi yok mu?”

 Yok dercesine başını salladı. Garson elinde iki bardak nar suyuyla gelince sustum. Adem’in gözlerinde, anlamak için çırpındığım, fakat zerresini bile anlayamadığım bir şey vardı. Bu onun en büyük sırrı ya da zayıf noktasıydı. Sanki anlamayı başarırsam, onu çözmeyi de başaracaktım.

 Garson masamızdan uzaklaşınca, masaya doğru eğildim. “Yanılıyorsun,” diye fısıldadım. “Sırlar insanın var oluşunu bile etkiler.”

 Pes etmiş numarası yaparak gülümsedi ve aldırış etmeyerek bardağını eline aldı. Kollarımı göğsümde birleştirerek arkama yaslandım. Sesimin oldukça tok çıkmasına dikkat ederek, “Büyük bir sırrın var ve bu sır seni tanımama engel oluyor,” deyip devam ettim. “Bazen gözlerine bakıp, kimsin, diye soruyorum. Sanki bana söylediğin adam değil gibisin.”

 Duruşunu bozmadı. Elindeki bardağı masaya koyup tebessüm etti. “Belki de istediğim şey budur,” dedi. “Beni tanımanı istemiyorumdur. Olamaz mı?”

 Cevap vermedim.

“İnsanların seni tanımasını istemiyorsan ya da sırlarının içinde kalmasını istiyorsan, zayıf noktanı gösterme. Gerekirse bir şehit kızı olduğunu bile unut. Sana bu konuda ders vermemi mi istiyorsun? Öyleyse ilk dersin: ‘Senin hiçbir zaman bir baban olmadı!’ Bunu düşünmek bile canını yakacak, ama bırak yansın. Sonuçta baban bir daha geri dönmeyecek. İnsanlara babanın asker olduğunu, Hakkâri de şehit düştüğünü söylemeyeceksin. Bu gerçeği içinde bir sır gibi tutacaksın. Hayat acımasızsa eğer, sen daha acımasız olacaksın. Şimdi, onu iç ve evine gidip uyu. Dersimiz bitti!”

 Sessizce bardağımı alıp dudağıma götürdüm. Narın ekşi tadı boğazımdan mideme doğru aktı. Biraz içtikten sonra bardağı masaya bırakıp, elimi de masaya koydum. Parmaklarımın ucu soğuktu, masanın sert yüzeyi uyuşturucu etkisi yapıyordu. Parmaklarıma bakarak, “Ordu da acımasız olmayı mı öğretiyorlar?” diye sordum.

 İç çekerek bana doğru eğildi. Elini elimin üstüne koydu. “Güzel gözlüm, ben yalnızca bugünü tekrardan yaşamanı istemiyorum. Bugün hissettiğin o duyguyu bir daha hissetmeni istemiyorum.”

 İçimden binlerce küfür geçti, dişlerimi sıktım ve güçlü olmaya çalıştım. Bu andan sonra, hiçbir şeyin yolunda gitmeyeceğini anlamıştım. Elinin yaydığı sıcaklık, yoluma ateş döşemeye yetmişti.

  Usulca başımı salladım. O ise yalnızca gülümsemekle yetindi. Belirgin yüz hattındaki en kusursuz şeydi bu: Tebessüm.

Yazıyı beğendiyseniz bir yorum bırakın: