-Sibel-
( Bir Önceki Bölümden: “Kocanızı niye tutukladılar?”
Arya soruya cevap vermeden önce birkaç kez sigarasını sertçe içine çekti. “Kızımızı yaktığı için.”
Önce Arya’ya sonra birbirimize baktık. Haldun Bey, bizi neyin içine sokmuştu, bilmiyorduk. O an tek anladığım, karşımdaki güzel kadının içinde bambaşka bir şeyin yattığı olmuştu. )
Bu ben değilim. Mini bir elbise, yüksek topuklu ayakkabı, göz kamaştırıcı bir makyaj ve kuaför elinden çıkan bukleli saçlar. Sıradan değil, çok güzelim. Yanımda da en az benim kadar güzel esmer bir kız var, lise de tanışmışız. Adı neydi? Nisa. Süslenmiş püslenmiş bir yere gidiyoruz. Bir düğüne. Liseden bir arkadaşımız evleniyor.
Düğün Çırağan Sarayında. Buraya ilk gelişimiz değil. Ohoo, ne partiler vermişiz burada! Mezuniyetimiz de Çırağan da olmuş. Aslında hiç gitmedim. Nisa da benim çocukluk arkadaşım. Kapıdan içeri girerken o partilerden biri aklıma geliyor. İçkinin dibine vurduğum, ayakta duramadığım bir parti.. Ve o parti sonunda bir adamın arabasına biniyorum. Ağzıma bir kez bile alkol sürmedim. Tadını dahi bilmem.
Nisa koluma dokunarak iyi olup olmadığımı soruyor. Parti anısının içinden çıkarak ona gülümsüyorum. O kadar özgüvenim yüksek ki, bu ben olamam.
İçeri girdiğimiz anda tüm gözler üstümüze dönüyor. Gelinle damat henüz ortada yok ama biz onlar kadar ses getiriyoruz. Birden etrafımızı lisedeki arkadaşlarımız sarıyor. Hiçbirini tanımıyorum. Nisa’yla aynı liseye gitmedik. Hepsiyle gülüşüyoruz. Hayatım harika pozu veriyorum. Herkes çiftini bulmuş, bir biz yalnızız.
Etrafımızdaki insanlardan kurtularak birer içki alıyoruz. Nisa telefonunu çıkararak bana bir fotoğraf gösteriyor. “Bu da kim?” diyorum yüzümü ekşiterek. Fotoğrafta kemikleri sayılan zayıf bir adam var. Hayatımda bu kadar çirkin bir surat ilk defa görüyorum.
“Bir süredir konuşuyoruz. Bana çok aşık. Hafta sonu beni istemeye gelecekler.”
Gözlerimi devirerek Nisa’ya bakıyorum. Yüzümde tiksinmiş bir ifade var. “Aptal olma, Nisa! Bu adam hayatımda gördüğüm en çirkin şey!”
“Otuz beş yaşındayız, Sibel! Bekar ölmeye niyetim yok. Hele senin gibi olmak.. hiç istemiyorum!”
Otuz beş mi! Ne ara?… Düşüncelere bile dalmıyorum. Lafımı yapıştırıyorum: “Ne varmış benim halimde? Gayet mutluyum. Başarılıyım, kendi gazetemi kurdum..”
“Evet, doğru. Başarılı ama yalnızsın Sibel. Alper’den sonra hayatına hiç kimseyi almadın. O adam nasıl aşıktı sana, saçma sapan bir sebepten dolayı bıraktın çocuğu.”
Ne Alper mi? Şu suratsız olan Asker mi?
Elimi havaya kaldırarak susturuyorum. “Saçma sapan sebep mi? Adamın üç kulağı vardı, Nisa!”
Üç kulak mı?
“Ne olmuş yani, üç kulağı var diye insan değil mi? Lisenin ilk gününden beri aşıktı sana. Oynadın di mi çocukla, sonra da bir köşeye fırlatıp attın. Yazık!” dedikten sonra saçlarını savurarak, ona seslenen uzun bacaklı bir kızın yanına gitti. Elimde kadehle öylece kalakaldım.
Bir zamanlar tek taş olan sağ yüzük parmağıma baktım. Alper’le nişanlanmıştım. Liseden sonra bana olan aşkına karşılık vermiş ve nişan yüzüğünü takıvermiştim. Ona aşık olmuş muydum? Bilmiyorum. Beynime yine birkaç anı doluştu. Alper olduğunu bildiğim kısa boylu bir adamlayım. Bu, o asık suratlı asker değil, çirkin bir adam. Yumurta şeklinde kafası var, saçları seyrek, köse ve geniş ağızlı. Sol tarafında üst üstte iki kulak var. Ona anımın içinde bile tiksinerek bakıyorum. Ama birden eğilip beni öpüyor. İşte onunla bu yüzden nişanlanmışım.
Anımın içinden Nisa’nın sesiyle çıkıyorum. “Burada,” diyor. “Alper burada ve bombayı patlatıyorum.” Elleri boş, iki elini çarpıp, “Evlenmiş!” diye bağırıyor. Yüreğim ani bir hüzünle burkuluyor. “İnanmayacaksın ama karısı manken.” Tepki vermiyorum. “Hişt! Buraya geliyorlar.”
Arkamı dönüp bize doğru gelen göz kamaştırıcı çifte bakıyorum. Alper değişmiş, saç ektirmiş olmalı, saçları var ve sakalları. İnanılır gibi değil! Kulağı hala üç tane. Kolundaki kadın… Gerçekten bir manken, geçen hafta gazetem onunla ilgili bir haber yayınladı. Uzun boylu, Alper’den uzun, ince bacaklı, kumral bir kadın. Kırmızı bir elbise giymiş.
Yanımıza gelip selam veriyorlar. Hemen yüzüme sahte bir gülücük yerleştiriyorum.
“Alper seni anlata anlata bitiremiyor,” diyor kırmızı elbiseli kadın.
“Öyle mi?” diye geçiştiriyorum. Neyse ki liseden başka arkadaşlar geliyor da garip ortamımızı dağıtıyorlar.
Bir anda Alper’le kendimi baş başa buluyorum. Bana fısıldayarak, beni özlediğini söylüyor. Sanki ona şimdi karını boşa gel desem, gelecek. Öyle bakıyor bana. Hatta öpmek için eğiliyor. Nefesi o kadar yakın ki, eski anılar kalbime dokunuyor. Tam öpeceği sıra bir alkış kopuyor ve irkilerek geri kaçıyorum. Gelinle damat giriyor içeri. Alper’in yanından kaçıp kalabalığa karışıyorum.
Nisa beni bulduğunda, Alper’le baş başa kaldığımız anı izlediğini söyleyerek, “Ona geri dön,” diyor.
“O artık evli.”
Omuz silkiyor. “Seni seviyor.”
Ne ara böyle biri olmuş bu kız?!
“Ben onu sevmiyorum.”
“Bal gibi de seviyorsun! Çirkin diye yanına yakıştırmıyordun, o yüzden de ayrıldın. Ama bak şimdi biraz toparlamış kendini. Sen ona bir adım gitsen, o sana koşarak gelir.”
Elimi havaya savurarak yürüyorum. “Bu kadar yeter, ben gidiyorum, sen ne yapıyorsan yap!”
Hızla gelinle damadı tebrik edip salondan kaçıyorum. Daha fazla içerde kalırsam muhtemelen bir evliliği yıkan kötü kadın olacağım. Yahut en yakın arkadaşının boğazına yapışan bir katil..
Açık havaya çıkar çıkmaz çantamdaki sigara paketini ve çakmağı çıkarıyorum. Sigara mı? Dumanından bile tiksinirim! Kırk yıldır içiyormuşum gibi dumanı içime çekip yürüyorum.
Önce düğünden sonra anılarımdan kaçıyorum. Sigaram bittiğinde yanaklarım yaş dolu. Titreye titreye ağlıyorum. Başarılıyım ama yalnız ve mutsuzum.
Bir hırıltı duyduğumda gözlerimi hızla silip etrafa bakıyorum. Çıkmaz bir sokakta dişinden kan damlayan bir kurtla baş başayım. Ne ara buraya geldim, bilmiyorum.
Derin bir nefes alıyorum. Koşmalı mı, yoksa oturmalı mıyım? Sakince olduğum yerde bekliyorum. Kurt hırlayarak bana yaklaşıyor. Ağzından akan kanın yere düşmediğini görünce rüyada olduğumu anlıyorum. Şu an uyuyorum. Evet. Uyanırsam ne oturmama, ne de koşmama gerek kalır.
Beynime uyanmak için sinyal gönderiyorum ama işe yaramıyor. Kurt bana doğru gelmeye devam ediyor. Uyanamıyorum. Kalbim öyle bir çarpıyor ki derim patlarsa şaşırmam.
Konuşmaya çalışıyorum. Kurtulmak ya da uyanmak için yalvarıyorum. Ama dudaklarımın arasından hiçbir şey çıkmıyor. Çığlık bile atamıyorum. Sanki yatakta yatan bedenim, çılgınca debeleniyor ama beni kurtarmayı başaramıyor gibi bir hisle doluyorum.
Biri boğazımı sıkıyor sanki, sesimi duyuramıyorum. Kurtla aramda bir nefeslik boşluk kaldı. Kımıldayamıyorum. Nefesi kan kokuyor. Ağzını açıp kan damlayan dişini gördüğümde dahi bağıramıyorum. Yardım isteyemiyorum. Ama bedenimin çırpındığını biliyorum. Hissediyorum. Ruhunu buradan almak için debeleniyor. Kurdun kanlı dişi etime batarken, salyası çıplak bacağıma akarken, boğazımdaki el nefesimi tamamen kesiyor.
Kurdun saldırısı mı yoksa boğazımın sıkılması mı daha çok canımı yaktı bilmiyorum. Hayatımın en büyük acısıydı. Kurt beni paramparça yaparken, her ısırığını, vücudumdan kopan her parçayı hissettim. Öte yandan sesimi hala çıkaramadım. Nefes almaya çalışmak mı, yoksa parçalanmak mı? Hangisi daha büyük bir acı? Hangisi daha korkunç?
Gözlerimi açmayı başardığımda bedenimi hala kımıldatamıyordum. Buz kesmiş halde birkaç saniye tavana baktım. Uyanık mıydım yoksa kurt beni öldürmeden gitmiş miydi?
Bir anda boğazıma binen yük kalktı, bedenim içime dolan nefesle birlikte doğruldu. Aralanan dudağımdan bir çığlık kaçtığında artık normal dünyada olduğumu anlamıştım. Yaşadığım şey neydi? Karabasan mı?
Nefes nefese duvara bakarken, duvarda bir yarık oluştuğunu ve oradan sızan ışığın beni izlediğini gördüm.
Yavaşça yataktan kalkıp yarığa bakmaya gittim. Duvarın arasındaki ışığa tam dokunacaktım ki, “İyi misin?” diyen erkek sesiyle olduğum yerde sıçradım. “Af edersin,” diye fısıldadı içeri girerken. Başımı döndürüp bana doğru gelen Alper’e baktım.
“Çığlık attığını duydum,” diyerek omuzlarını silkti. Antreden gelen ışık arkasında kalmıştı. Bu haliyle Shrek’in zayıflamış haline benziyordu. Ona cevap vermeden duvardaki ışığı hatırlayıp başımı çevirdim ama hiçbir şey yoktu. Küçük bir çizik bile… “Bir şey mi oldu?”
Başımı iki yana salladım. “Seni uyandıracak kadar çok bağırdığımı sanmıyordum, kusura bakma.”
“Uyumuyordum.” Tekrardan omuzlarını silkti. Sanki birazdan Shrek’in eşeği selam verecekmiş gibi hissettim.
“Lütfen ışığı açar mısın?” düğmenin tam yanında duruyordu. Saçma sapan bir gülme krizine girmeden önce aydınlığa çıkmalıydı. Açma tuşuna basıp yüzüme bakmaya devam etti. Neyse ki artık Shrek’e benzemiyordu. İç çekerek, “Kabus gördüm. Hepsi bu,” dedim.
Parmaklarını saçları arasına sokarak saçlarını karıştırdı. “Keşke yastığının altına anahtar koysaydın. Belki o zaman kabus yerine beyaz atlı prensini görürdün.” Sırıttı. “Hani ilk defa kaldığın yerde anahtar koyarsan..”
“Ah, lütfen, susar mısın!” belki de Shrek’in ta kendisiydi. “İnsanlar sana kabus gördüğünü söylediğinde hep böyle alay eder misin?” burnumdan soluyarak yatağa oturdum. Arya bana kızının odasını vermişti. Alper de Arya’nın oğlu Deniz’le onun odasını paylaşmıştı. Arya’yla konuşmamız oğlunun eve gelmesiyle yarıda kalınca, herkesi odasına postalamıştı. Tuhaf bir kadındı ve neyin içinde olduğumuzu anlayamadan, “Lütfen güzelce dinlenin,” gibi kibar laflarla odalarımıza tıkılmıştık.
“Seni kırmak istememiştim. Gülersen kabusun etkisinden çıkarsın diye düşündüm.”
“İnsanları güldürme metodun biraz garipmiş.”
Yatağın karşısında duran tekli koltuğa geçip oturdu. “Ne gördüğünü anlatmak ister misin?”
İster miyim? Anlatırsam kafamdan atar ve rahatlar mıyım? Omuzlarımı silktim. “Eğer dalga geçmeyeceksen.” Asla dercesine başını salladı. “Paralel evrene inanır mısın?”
Kaşlarını çattı. Ağzından bir kahkaha kaçıverecek sandım ama tebessüm bile etmedi. “Hayır. Sen inanıyor musun?”
“Aslında inanmıyorum. Ama gördüğüm şey.. Paralel evren gibiydi.”
“Belki de sadece bir rüyaydı.”
“Her şeyi hissettim. Daha önce hiç böyle olmamıştı. Rüyanın içindeydim. Hem izleyici hem oynayan.. Garipti, bilemiyorum. Ben vardım ama aslında ben değildim. Farklıydım, hiç olmadığım biriydim. Aynıydık ama aslında değildik. Sanki rüyamdaki ben, paralel evrendeki bendim.”
“Nasıl biriydin, peki?”
Gözlerine baktım. Yüzünde dostane bir ifade vardı. “Mutsuz.” Parmağımla kalbimi işaret ettim. “Mutsuzluğunun her zerresini hissettim. Sonra onu bir kurt parçaladı. Onu da hissettim. Kurdun tüm dişleri etimdeydi. Beni parçalara ayırdı ve uyanamadım, rüyada olduğumu anladım ama…” devam edemeden susup bakışlarımı yere indirdim.
Bir süre sessizlik oldu.
“Bizim kışlada bir asker vardı,” diyerek sessizliği ilk bozan Alper oldu. “Mesleğimin ilk yıllarıydı o zamanlar. Çömezdim daha. Yatak arkadaşımdı o asker. Geceleri karabasana uğrardı. Onun çırpınışlarını izlerdik. Uyanıp kendine gelmesini bekler, onun için bir şeyler yapmaya çalışırdık. Karabasana uğrayan birine yardım edemezsin. Gördüğün şey paralel evren mi, bilmiyorum ama uyumakla uyanmak arasında ince biz çizgi var ve bazen o çizgiyi aşamıyorsun. Buna halk dilinde karabasan diyorlar, tıp dilinde uyku felci adı. Senin yaşadığın da belki bu tarz bir şeydir.”
“O arkadaşının neyi vardı?”
Derin bir iç çekti. Bakışları yerdeydi. Gözlerime bakmak istemiyor gibiydi. “İlk görev yerinde silah arkadaşı öldürülmüş. Kollarında can vermiş. Cesedi karargaha kucağında taşımış ve o da yetmezmiş gibi karargâha yaklaştığı sıra bir bomba patlamış. Karargahı bombalanmış şerefsizler! Komutanın, diğer silah arkadaşlarının parçalarını havada görmüş ve hiçbir şey yapamamış. Kucağında cansız silah arkadaşı, etraf cehennem yeri.. O gün aklının bir kısmını yitirmiş tabi. Gencecik çocuk daha.. Onun yaşındakilerin çoğu sokakta top oynarken, o silah arkadaşlarını kurtarma çabasında aklını vermiş işte.”
“Sonra ne olmuş?”
“Gördüğü karabasanlardan kurtulamayınca aldılar bizim yanımızdan. Hastane adı altında bir deliğe kapattılar. Sonra buz gibi bir adam oldu. Göreve döndü ama yüreği artık yoktu.”
Bu oydu. Anlattığı kişi kendisiydi. Ona karşı hissettiğim her şey birden tepetaklak oldu. Başını kaldırıp sahte bir tebessümle yüzüme baktı. “Daha iyi misin?”
Başımı salladım. “Yarın yorucu bir gün olacak gibi duruyor. Uyusan iyi edersin.”
“Benim için yeni gün çoktan başladı.” Ayağa kalktı. “Sen uyuyacaksan ben gideyim.”
Gitme demek istedim. Ama dilimi ısırıp başımı sallamaktan başka bir şey yapamadım. Odadan çıkarken ışığı kapatarak gülümsedi. Gamzeleri, onun aslında kocaman bir yüreği olduğunu fısıldıyordu. Acaba o hastanede ona ne yapmışlardı? Ailesi yok muydu? Tek başına mı kalmıştı? Birden onun hakkında daha çok şey bilme isteğiyle dolup taştım.
Gördüğüm rüya hakikaten paralel evrendeki benim hayatımsa, üç kulaklı Alper de buradaki asker miydi? Ya paralel evren gerçekse ve tüm gördüklerim şu an yaşanıyorsa?
1 Comment
Çok güzel bir bölüm olmuş, hele Sibel ile Alperi yakıştıranlar için *-*
acaba Sibel de cadı ailesinin bir ferdi mi?….