Kiraz Kemiği, BÖLÜM 8

Bölüm 8

1705 / Osmanlı Devleti – Selanik

  ( Bir Önceki Bölümden: Kadın simsiyah gözlerini adamın meraklı bakışlarına dikti. “Kocam beni ona kara büyü yapmakla suçluyordu. Köylülerin iddiasına göre ben ve ailem cadıymışız,” dediğinde, adam kadının gözlerinin bir an için kızıla büründüğünü gördü.)

  Adamın adı Muharrem’di. Kapısını çalan kadın ve çocuğunu sokakta bırakmaya gönlü el vermezdi. Yumuşak kalpli, iyi terbiye görmüş bir gençti. Annesi doğumda, babası da Muharrem dört yaşındayken ölmüştü. Hayatta bir amcası vardı ama babası ölmeden evvel Devlet-i Aliyye’ye mektup yazarak küçük oğlunu ağabeyine vermemelerini istemişti. Bu yüzden Muharrem hem yetim hem öksüz kalınca onu devlet büyütmüştü. Babası çiftçiydi, Muharrem büyüyüp devletin himayesine ihtiyaç duymayacak yaşa geldiğinde, babasının çiftliği ona devredildi. Böylece üç sene evvel Selanik’e babasının çiftliğinin başına geldi.

   Sabah ayazında ahırdaki hayvanlara bakmaya çıkmadan evvel, gece gelen küçük kızı kapı arasından seyretmişti. Belli ki kadının başındaki dert bir hayli büyüktü. Bu masum sabiyi nasıl bırakırdı?

 İneğinden sağdığı sütü ateşin üstüne koydu. Küçük kız uyanmadan sütünü hazır etmek istedi. İçten içe bu sabiye bağlanıyordu. Kısa süre sonra ondan kopamayacak hale gelecekti.

 O vakit tez geldi. Kadın yük olmamak için gitmeye kalktığında Muharrem ikisini de bırakmadı. Küçük kıza Zehra ismini koymuştu. Kadın ne istiyorsan koyabilirsin demişti. Kızı kendi kızıymışçasına seviyordu. Kız da aynı şekilde Muharrem’i seviyor, tüm gün ahırda gülüşüp hayvanlarla oynuyordu.

  Bir vakit Muharrem kadını karşısına aldı ve kızıyla onun kendi ailesi olmasını istediğini söyledi. Açık olmak gerekirse, kadının Muharrem’in kapısını çalma sebebi tam da buydu. Onun kim olduğunu biliyor, neslini ondan devam ettirmek istiyordu. Adam ona evlenme teklifi edene dek kızı açık edecek diye ödü kopmuştu.

 Utanmış gibi yaparak, adamın teklifini kabul etmeden önce birkaç mazeret geveledi. Muharrem hiçbirini dinlemedi.

“O vakit bana da bir Türk adı ver, karın olurken yeni biri olayım,” derken yüzünü kızarttı. Muharrem bu isteğe öyle sevinmişti ki, kadının kızıla çalan gözlerini dahi fark etmiyordu. Fakat elbet farkında olduğu bir şey vardı.

“Sen de efsunlu bir şey var, Hatun,” diyerek güldü. Kadının sihrini hissetmişti. “Efsun olsun mu adın?”

 Kadın utanarak başını salladı. Böylece adı Efsun olurken, yeni hayatına adım atmış oldu.

  Tez vakitte evlendiler. Muharrem ara sıra kadının farklı olduğunu hissediyor ama Efsun’un kızıl gözlerinin yaptığı büyüye kapılıp gerçeği göremiyordu.

  Kadın bir cadıydı. O devrin en güçlü cadısı annesiydi. İnsanoğlu yıllarca cadıları kovalamış, cadı olduğu düşünülen nice masum kadın, kazıklara bağlanıp yanmaya mahkum edilmişti. Kadının ailesi bu insanlardan köşe bucak kaçıp asırlarca saklanmayı başarmıştı. Ta ki kadının küçük kızı dünyaya gelene dek… O vakit, devrin en güçlü cadısının artık kadının kendisi olacağı ortaya çıkmıştı. Annesinin güçleri kadına geçiyor, kendi gücüyle harmanlanıyordu. Öyle ki, bebek dünyaya geldiği an büyü yapabilmeye başlamıştı. Evde bir anda çıkan yangınlar, kendi kendine hareket eden eşyalar… Kontrol edilemez bir hal almaya başlayınca, kocasının anlaması çok gecikmedi. Annesi hemen bir büyü yapıp adamı kontrolü altına aldı ama bebek büyüdükçe kadının gücü arttı ve annenin büyüsü etkisini yitirdi. Kendine gelen adam engizisyon mahkemesine gitmekte gecikmeyince, annesi kadını ve kızını kurtarmak için kaçmalarına yardım etti. Annesini ve kız kardeşlerini bırakıp gitmeyi istemiyordu ama nesillerini devam ettirmek onun elindeydi. “Osmanlı’ya git,” dedi annesi. “Selanik de Muharrem adında bir çiftçi var. Onun amcası Kasım beni tanır. Devrin en iyi büyücülerinden biri, sana bir tek o yardım edebilir. Aklın varsa da Muharrem’i kendine aşık eder, neslimizi ondan çoğaltırsın.”

 Böylece kadının yolu Muharrem’in evine uzandı.

 Düğünlerine amcası gelmemişti. Muharrem onu tanımadığını söylemiş, “Nerede yaşadığını dahi bilmem,” demişti. Adamı şüphelendirmemek için bir şey söylemedi. Ne de olsa elinde sonunda onu bulacak ve annesinin gönderdiğini diyecekti.

 Çok gecikmeden hamile kaldı. Sonra bir daha, bir daha, bir daha.. derken annesinin mirasını sonuna dek gerçekleştirmek için büyük bir nesli başlattı. Devrin en güçlü son ve yeni devrin en güçlü ilk cadısı oldu.

– Aylin ve Sıla –

  ( Bir Önceki Bölümden: Kadın yüzündeki tebessümü bozmadan elini Sıla’ya uzattı, “Adım Efsun,” dedi. “Senin büyük büyük annenim,” dediğinde, Sıla kadının siyah gözlerinin bir an için kızıl olduğunu gördü. )

  Efsun Aylin’in elinden tutarak onu yatağa yatırdı. Sıla hayretle olanları anlamaya çalışıyordu. Büyük annesini dahi tanımamışken, gencecik bir kadın büyük büyük annesi olduğunu söylüyordu. Annesi yatağa uzanmış ve kıyafetini çıkarmıştı ki Sıla birden, “Nasıl?” diye sordu. Efsun merak dolu gözlerini kıza döndürünce bir an için sorusunu sormaya devam etmenin hata olduğunu anlamıştı. “Nasıl annemden daha küçük görünüp, büyük büyük annem olabilirsin?”

 Annesi yattığı yerden susmasını işaret etmişti ama küçük kız çoktan çenesini havaya kaldırıp, ellerini beline koymuştu.

 Efsun güldü. Küçük kızın tam karşına geçip çömeldi. “Gerçek yüzümü görürsen korkarsın diye küçük görünüyorum.”

“Seni anlamıyorum.”

  Sıla’nın belindeki elini nazikçe avuçları içine aldı. “Şu an tam 267 yaşındayım. Annenin annesi, yani büyükannen benim en küçük kızımdı. Gerçekte nasıl göründüğümü sana gösteririm, korkmazsan tabii.”

“Korkmam!”

 Sıla küçüktü ama cesareti kocamandı. Efsun o an, onun ya da ondan gelecek olanın beklediği kişi olduğunu anlamıştı. Boşta olan elini, Sıla’nın anlamadığı bir kelime söyleyerek, alnından çenesinin bitimine dek yavaşça aşağı çekti. Siyah saçları bembeyaz olurken, parlak cildi kırıştı. Genç yüzünde var olmayan korkunç benler yaşlı yüzüne doluştu. Gözleri kırışıklığın arasında neredeyse kaybolmuştu. Bu yüz Sıla’nın hayatında gördüğü en korkunç kadın yüzüydü. Dudakları arasından kaçan bir sesle sıçrayınca, Efsun hemen çenesinin altında duran elini alnına doğru kaldırdı ve yaşlı surat kaybolarak yerini genç hale bıraktı.

 Sıla’nın gözleri kocaman olmuştu. Efsun gözlerini işaret ederek, “İşte bu yüzden gerçek halimi göstermiyorum,” dedi. Sıla hemen silkelenip kendine geldi.

“Sen nesin?” diye sordu.

“Asıl soru, ‘biz neyiz?’, olacak.” Küçük kızın iki elini bir tutup öptü. “Bizler cadıyız. Yakında her şeyi öğreneceksin.”

“Ben sihir yapamıyorum, nasıl cadı olabilirim?” sorusunu sorduğuna anında pişman olmuştu. Annesinin kayanın önünde yaptıklarını hatırlamış ve ürkmüştü. Ama sonra bir şey daha hatırladı. “Annem de bir cadı mı?”

 Efsun gülerek başını salladı.

“Öyleyse bir cadı nasıl dayak yiyebilir? Cadıları kimse dövemez!”

 Aylin Sıla’nın bu sorusu karşısında kızına sinirli bir ses tonuyla seslenerek susmasını söyledi. Efsun elini kaldırıp Aylin’i susturdu.

“Çok sorun olduğunu biliyorum, Sıla. Hepsini öğreneceksin, büyü yapmayı da annenin bugüne kadar babana niye katlandığını da.. Hepsini. Ama önce annenin karnındaki yarayı iyileştirmem gerekiyor.”

  Aylin’in yarasından kan akmıyordu ama az evvel kesilmiş olduğu belliydi. Efsun elini birkaç kez yaranın üstünde gezdirirdi. Sıla yatağa, annesinin hemen yanına oturmuş ve dikkatle olanları izliyordu.  Efsun’un eli ve Aylin’in yarası arasında kalan boşlukta cızırtılı bir ışık görüyordu. Tüm bunlar gerçek olabilir miydi? Acaba kayanın öteki tarafına geçmeden evvel babasının arkadaşları tarafından öldürülmüşler miydi? Bir cevap görmek için annesinin yüzüne baktı. Aylin’in yüzünde acıdan başka bir ifade yoktu. Ölmüş olsalar annesi acı çeker miydi? Bunun üstüne hemen tüm gücüyle elini ısırdı. Duyduğu acıyla bağırdı. Efsun tek kaşını kaldırıp kıza bakınca, elini eteğinin altına saklayarak sustu. Demek yaşıyordu.

 Cızırtılı ışık söndü. Efsun elini çekti. Aylin’in karnının altında dikiş izini andıran bir zikzak vardı. “Yaran geçti, ama nasıl geldiğini, buraya gelmek için ne feda ettiğini unutma diye izi kaldı.” Derin bir iç çekip Aylin’in saçını okşadı. “Senin de sorularının olduğunu biliyorum. Sorgusuzca buraya kadar geldiğin için minnettarım. Ailene hoş geldin. Acıların bitti. Bundan böyle burada emniyettesin. Korkman gereken hiçbir şey yok. Şimdi dinlenin, ben birkaç saat sonra geleceğim.”

 Efsun odadan çıkar çıkmaz Sıla soru sormak için ağzını açmıştı ki annesi elini kaldırarak onu susturdu. Kolunu açtı, “Uyumalıyız, Sıla. Annen çok yorgun,” dedi. Sıla başını sallayarak annesinin himayesine sığındı.

 Aylin yıllardır güven içinde uyumamıştı. Kocası ya da yoldaşları onu ne vakit öldürür diye daima tetikteydi. Annesi ona sabretmesini ve ikinci çocuğuna hamile kaldığında, ilk üç ay içinde kocasını öldürerek kaçmasını söylemişti. Kayanın yerini annesi tarif etmiş, ne yapması gerektiğini o anlatmıştı. “Bebeğini feda edeceksin, Aylin,” demişti. “İkinci çocuğun bir erkek olacak ve onu kayaya kurban edeceksin. Efsun’a giden yol yalnızca o.” Bunlar annesinin kazığa gitmeden önce söylediği son sözleriydi. O vakitler Aylin yalnızca dokuz yaşındaydı. Annesine neden yakılacağını bile soramadan, onun canlı canlı yanmasını izlemişti. Yıllarca o günün kabusuyla uykusuz kaldı. Her gözünü kapattığında annesinin kazıktaki hali geliyor ve o tekrar tekrar annesini kurtaramıyordu.

  Gözünü açıp, annesine tıpa tıp benzeyen Efsun’u karşısında görünce korkuyla sıçradı. Kadın parmağını dudağına götürerek Sıla’yı işaret etti. Aylin kızının başını yavaşça kolundan çekip yastığa koydu.

 Doğrulup Efsun’a baktığında onun ağlamış olduğunu görmüş ama soru sormamıştı. Zaten kadın buna fırsat vermeden kendisiyle gelmesini işaret etti.

 Odaya girdiklerinde Efsun’un önünde durduğu ve Aylin’in pencere sandığı kapı açıktı. Küçük bir balkona çıkıyordu. Birlikte balkondaki, ortalarında masa duran karşılıklı sandalyelere geçtiler. Masanın üstünde şeftali büyüklüğünde bir kiraz vardı. Balkonun manzarasına bile bakamadan, Efsun kirazı Aylin’e uzattı. “Onu ikiye ayır, dikkat et parçalanmasın ve çekirdeğin kaldığı tarafı bana ver. Öteki tarafı ye.”

 Kirazı eline aldığında şeftaliden hafif olduğunu fark etti. Normal bir kiraz tutuyor gibiydi. Parçalamaktan korkarak ikiye ayırdı. Annesinden Efsun hakkında fazla şey duymamıştı. Nasıl biri olduğunu bilmiyordu. Çekirdekli parçayı uzattığında Efsun gözüyle masayı işaret etti. Masaya bıraktı ve elindeki parçayı yemeye başladı. Kiraz öyle lezzetliydi ki içinde kaybolduğunu sanmıştı. Daha önce bu kadar güzel bir şey yediğini sanmıyordu. Tadı kiraza dahi benzemiyordu. Ne olduğuna kafa yormadı. Gözlerini kapattı ve ağzındaki şölenin tadını çıkardı. O sırada geldiğinden beri yıkanmadığını ve leş gibi koktuğunu fark ederek utandıysa da kendini ağzındaki tattan uzaklaştıramadı.

 Efsun sakince Aylin’in kirazı bitirmesini bekledi.

 “Şimdi,” dedi, Aylin dilini dudakları arasında gezdirirken. “Bana kızıma neler olduğunu anlatmanı istiyorum.” Aylin’in elini tutarak çekirdekli parçanın üstüne koydu. “Parmaklarınla hafifçe çekirdeği okşa ve annenle ilgili bildiğin ne varsa anlatmaya başla. Bilmediklerini çekirdek bize gösterecek.”

 Aylin korkmamış değildi. Yutkundu. Parmaklarıyla Efsun’un dediği gibi çekirdeği okşadı. Titreyen sesini belli etmemek için öksürdüyse de annesinin adı titrek bir sesle yankılandı. Efsun onun nasıl başlayacağını bilemediği anlayarak iç çekti.

“Annen Feride, 1921 yılında İstanbul’dan nereye gitti ve senin baban kim?”

 Efsun’un sorusuyla kiraz çekirdeğinden beyaz bir ışık süzüldü. Aylin önce Efsun’a sonra ışık topuna benzeyen çekirdeğe baktı. Annesinin genç hali ışığın içinden ona gülümsüyordu. Boğazı düğümlendi, konuşamayacak sandı. Derin bir nefes alarak, sırtını dikleştirdi. Parmaklarını çekirdekten çekmesi gerektiğini anlayarak uzaklaştırdı. “Annem,” diye başladı nihayetinde. “Ona yalan söylediğini anladığı için çok öfkelenmiş ve sana acı çektirmek için evden kaçmış.”

 Efsun zaten bildiği şeyi tekrar duyunca, aynı acıyla yüreği kavruldu. Hatırlamayı istemese de hafızası onu yirmi yıl önceki o geceye götürmüştü.

Yazıyı beğendiyseniz bir yorum bırakın: