Kiraz Kemiği, BÖLÜM 4

1705 / Osmanlı Devleti – Selanik

  Genç adam, narin bir elin iki kez kapısını tıklattığını duyar gibi olmuştu. Gece vakti kim gelebilirdi ki? Kapı bir kez daha tıklatılınca şamdanı eline alarak kalktı. 

“Hayırdır, inşallah.”

 Yalnız yaşayan bu adamın evine, geceleyin kimsecikler uğramazdı. Zaten kimi kimsesi yoktu. Hem öksüz hem yetim olan genç adamı, devlet büyütmüştü.

 Kapıyı aralayarak baktı. Siyah uzun saçlı bir kadın ve sırtına bağlı yavrusunu görünce şaşkınlığı bir kat daha artıverdi. “Buyur, bacım?” 

 Kadın perişan görünüyordu. Üstü başı toz toprağa bürünmüş, kilometrelerce koşmuş bir hali vardı. Başını kaldırmadan, “Bu gece kalacak bir yere ihtiyacımız var, kızım çok aç ve yorgun. Bize yardım eder misiniz?” diye fısıldadı. 

Genç adam, kadının sırtındaki çocuğa bakınca içi burkuldu. Çocuk hakikaten aç ve zavallı görünüyordu. İkisi de o kadar zayıftı ki, adam en son ne zaman bir şeyler yediklerini merak etti. 

 Başını sallayarak kapıyı ardına dek açtı. Kadın teşekkür ederek eve girdiğinde, içini huzur kaplamıştı. Yolculuğun sona erdiğini, artık güvende olduğunu hissederek yere yığıldı. 

 Genç adam fırlayarak kadını yerden kaldırdı. Çocuğun bağını çözüp, anneyle kızını çekyata oturttu. Ardından su ve yiyecek almak için kilere koştu. 

  Çocuğun karnı doyunca gülümsemeye başlamıştı. Öyle güzel bir kızdı ki, adam ona gülümsemeden duramıyordu. Küçük kızla göz göze geldiklerinde, kızın yeşil gözleri utançla yere iniyor, sonra yeniden adamın siyah gözleriyle buluşuyordu. 

 Kadın, genç adama daha fazla zahmet vermemek için yediklerini toplamakta ısrar edince, kız ve adam yalnız kaldı. 

“Sen Türk müsün?” diye sordu çocuk. 

Adam başını sallayarak gülümsedi. “Sen değil misin?” 

Çocuk omuzlarını silkti. “Annem Türklerin iyi insanlar olduğunu söyledi. Sadece onlara güvenebiliriz, dedi.”

“Öyle mi söyledi? Pekâlâ, nasıl bu kadar güzel Türkçe konuşabiliyorsun?” 

Çocuk tekrar omuzlarını silkti. “Ben istediğim dili konuşabilirim,” diyordu ki kadın telaş içinde yanlarına dönerek kızın lafını böldü. “Annem bir Türk’tü,” dedi. 

Adam bir tuhaflık olduğunu fark ettiyse de susmayı tercih etti. Çocuk uyuyana kadar soru sormadı. 

“Nereden gelirsiniz, bacı? Haliniz per perişandı. Bir şeyden mi kaçarsınız?” 

“Başına bela olmadan gideceğiz, beyim. Merak etmeyesin.” 

“Olur mu öyle şey, bacım! Onu demek istemedim, burada dilediğiniz kadar kalabilirsiniz. Henüz adınızı dahi bilmiyorum.” 

“Artık bir adım yok, beyim. Kötülüğün egemen olduğu, adamların kadınları yaktığı bir köyden geliyoruz. Tüm kız kardeşlerimi yaktılar. Beni ve kızımı bulmadan önce, annem Osmanlı’ya sığınmamızı söyleyerek kaçmamıza yardım etti. Fakat kendisi..” kadın susarak başını eğdi. Sesinin titremesinden, adam kadının annesinin de ölmek için kaldığını anlamıştı. 

“Ya kocan, kızının babası nerede?” 

Kadın başını iki yana salladı. “Kocam bizim ölmemiz için oy verenlerden biriydi, beyim.” 

“Peki, ama niçin ölmenizi istiyorlardı, aileni neden yaktılar.” 

 Kadın simsiyah gözlerini adamın meraklı bakışlarına dikti. “Kocam beni ona kara büyü yapmakla suçluyordu. Köylülerin iddiasına göre ben ve ailem cadıymışız,” dediğinde, adam kadının gözlerinin bir an için kızıla büründüğünü gördü.

Yazıyı beğendiyseniz bir yorum bırakın: