KİRAZ KEMİĞİ – BÖLÜM 38

Savaşın Ertesi Sabahı / Ceramilia

   Nehrin yanına büyük bir masa kurulmuştu. Tüm cadılar derin uykularına devam etmekteydi. Sıla masanın etrafında çocuk misali dönüp duruyor, zaten dolu masaya sürekli ilaveler yapıyordu. Fatma annesinin mutluluğunu bozmamak için bugün Zehra’nın intiharından bahsetmeme kararı aldı. İlk kez annesini böylesine neşeli ve huzurlu görüyordu. Caner bile bir farklı göründü gözüne. O sert çehresi yumuşamış gibiydi, “mutlu görünüyor,” diye düşündü Fatma.

 Caner oturduğu yerden kalkıp Sıla’ya arkadan sarılarak boynundan öptü. “Yeter artık, her şey harika gözüyor. Oturmalısın.”

 Fatma gözlerini dikmiş iki aşık gibi cilveleşen annesiyle, ölümsüze bakıyordu. Onları ilk kez böyle görmüştü, bunun son olmayacağını hissetti. Annesi yüzündeki kocaman gülümsemeyle Caner’e bakıp dudaklarından öptü. Fatma utançtan kızarmış ve gayri ihtiyari gevelemişti: “Ben gidip diğerlerini getireyim.” İkisi de onu duymadı, belki de aldırış etmemişlerdi.

  Fatma annesinin yanından hiç ayrılmamış ve kayanın öteki tarafında kendi hayatını kurarak deneyim kazanmamıştı. Hiç aşık olmamış, Caner’den ve Ceramilia’daki büyücülerden başka bir adam tanımamıştı. Hayatı boyunca eğitim almış, annesinin dizinin dibinde bulunmuştu. Şikayetçi değildi ama bir yanı Arya’yı ve ailesini kıskanmıyor değildi hani. Aşkın nasıl bir şey olduğunu bilmiyordu. Arya’nın Dane’ye, ya da Sibel’in Alper’e baktığı gibi o da birine bakabilecek miydi?

 Yakında yirmi yaşında olacaktı. Sanki yaşı arttıkça sevme/sevilme isteği bir o kadar artıyordu.

 Tüm düşünceleri aklından def ederek odaların olduğu koridora girdi. İlk önce Aryaların odası vardı. Kapılarını tıklatıp, nehrin yanındaki masaya beklendiklerini bildirdi. Ardından Sibel ve Alper’in kapısına gitti.

 En son Coda’nın olduğu, annesinin odasına gidecekti ki kardeşiyle merdivende karşılaştı. Birbirlerine hem milyonlarca anlam içeren, hem de koca bir boşluktan ibaret bir ifadeyle baktıktan sonra, Fatma aynı kelimeleri tekrarladı.

“Nehrin yanında kahvaltı hazır, hepinizi bekliyorlar.”

  Coda başını sallayarak yanından geçip gitti. Fatma, Coda’ya arkasından bakarken, “Sığır!” diye geçirdi içinden.

  Yaklaşık on dakika sonra herkes masadaki yerini almıştı. Sıla, “Lütfen, kahvaltımızı edene dek kimse bir şey sormasın,” diyerek gülümsemiş ve başköşedeki yerine oturmuştu.

 Masanın sağ başında Sıla, diğerinde Caner oturuyordu.

 Sağdan başlayarak sola doğru sıralama şöyleydi: Fatma ve karşısında Coda, Arya ve karşısında Dane, Melodi ve karşısında Deniz, Sibel ve karşısında Alper. (Yani Alper, Caner’in hemen yanındaydı.)

 Kahvaltı boyunca en çok konuşan Melodi olmuştu. Bir kuş gibi cıvıldayıp durmuş, anneannesi, dedesini ve teyzesi Fatma’yı ne kadar sevdiğinden bahsetmişti. Onlarla geçirdiği günlerin hayatının en güzeli olduğunu savunmuştu.

 Arya kendini tutmakta öyle zorlanıyordu ki, her an patlayıp kızını odaya yollamamak için yumruğunu sıkıyordu.

 Nihayetinde herkes doyduktan ve Sıla, Melodi’yle Deniz’i, “Fatma sizi biraz gezdirsin,” diyerek yolladıktan sonra ilk konuşan Arya oldu. Annesine dönerek, “Neden, kızım ona dede diyor?” diye sordu.

 Sıla tam ağzını açmıştı ki cevap Caner’den geldi. “Çünkü annenle birbirimizi seviyoruz ve uzun zamandır bir ilişkimiz var. Üstelik büyü kanunları gereği evliyiz.”

 Sıla başını sallayarak Caner’i onayladı.

“Kızımın tek dedesi vardı, onu da sen öldürdün!”

 Arya yemini parçalamak üzere atağa geçen bir aslandan farksızdı. Elinde olsa annesini düşünmeden parçalara ayırır, gözünü kırpmadan onu yok ederdi. Sıla sessiz kalınca tekrar hücuma geçmek için ağzını açtı. Ama cümleleri ağzının içinde patlamıştı.

 Caner tam elini masaya vuracakken, Coda, “Yeter Arya!” diye bağırdı.  

 Arya neye uğradığını şaşırarak ikizine baktı. “Annemi affettim,” dedi Coda. “Ve ben affedebildiysem, sen hayli hayli affedersin.” Elini kaldırdı. “İtiraz etme. Yaşadıklarını bilmiyorsun, hayatını bilmiyorsun. Yeteri kadar acı çekmiş. Daha fazlasını hak etmiyor.”

“Bunları nasıl söyleyebilirsin, Coda?”

“Annemin tüm hayatını çekirdekten izledim. O Efsun gibi kötü değil, Arya. Artık değil.” Uzanıp annesinin masada duran elini tuttu.

 Sıla masadan kalkarak oğluna sarıldı. Ağlıyordu.

 Arya annesini ilk kez böyle gördüğünü düşünüp sarsıldı. Ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Daha az evvel onu yok etmek isterken, şimdi öylece boşlukta asılı kalmıştı.  

 Sıla tekrar yerine oturduğunda Caner elindeki çatalı bardağa vurarak hepsinin ilgisini dağıttı.

“Ailevi sorunlarınızı lütfen sonra halledin. Şimdi sizlerden beni bölmeden, sorularınızı sonraya saklayarak, dinlemenizi istiyorum,” diyerek en baştan başladı anlatmaya. Kim olduğundan başladı, Sıla’ya anlattığı her şeyi bir kez daha tekrarladı. Kurduğu tesisten ve amaçlarından bahsetti. Söylemediği iki şey vardı: Biri, Alper’in ailesini Piran’ın öldürdüğü gerçeği; diğeri dünya üstünde daha kaç farklı kimliği olduğu. Sonuçta ilk evrenden beri vardı ve bir şekilde yaşamını sürdürmesi gerekiyordu. Kimse onu yaptıkları yüzünden yargılayamaz, hesap soramazdı. Buna gece öldürdüğü Zehra da dahildi. Bu masadaki herkes onu Caner olarak tanıyordu ve öyle kalacaktı.

 Alper’e baktı. “Kâhin her yerde seni arıyordu. Daima izini sürmüştü. Tesisten çıkmak zorundaydın. Kâhin, kız kardeşimin soyundandı ve neler yapabileceğini adım gibi biliyordum. Bu yüzden seni o tımarhaneye yolladım. Ben de dahil, tüm görev arkadaşlarının öldüğüne inanmanı istedim. Böylece tımarhaneden çıktığında peşine düşeceğin bir Üst’ünün olmadığının bilincinde olacaktın ve Kâhin seni oltasına takarak,” Sibel’i işaret etti. “Torununa giden yola sokacaktı,” dedi ve Coda’yı gösterdi. “Haldun’un yani öğrencisi Coda’nın yanında işe girmeni sağladı. Zaten yıllarını, dünkü savaşa adamıştı. Arya’yı ve Coda’yı avucunun içine aldığından dolayı, sizi onlara sürüklemekte zorlanmamıştı. Piran hayatınız boyu tanıyacağınız en kurnaz ve akıllı kadındı. Bedeni öldükten sonra ruhunu başka bedenlerde hayatta tutmayı başarmıştı ve bu onu daha fazla kötülüğe itmişti. Ruhunun ölmesi ve çürüyen bedenine dönmesi gerekiyordu. Aksi halde şu an ölü olan sizler olurdunuz. Onun kötülüğü, kara bulut gibi çöker tüm dünyada korkunç bir savaş başlatırdı. Bugün hepiniz Kâhin’in ruhunun ölmesiyle hayatta kaldınız.” Her birine bakarak gülümsedi. “Hepiniz aileye hoş geldiniz.”

 Alper sıktığı yumruğunu saklamaksızın, “Ben hiçbir yere hoş gelmedim,” diye tısladı. “Beni neden delirtip, tımarhaneye soktun?”

“Açıkladığımı sanıyordum ama sorun değil, tekrar açıklarım. Farkındaysan bu masadaki herkes bir nebze deli, Alper. Ben Ölümsüz olduğumu iddia ediyorum, bir deliyim! Milyarlarca yıldır bu dünyadayım, akıllı kalmış olmam imkansız, öyle değil mi? Sıla, o da bir dönem kocalarını ve çocuklarını katleden bir deliydi. Arya ve Coda, gözleri önünde babaları öldüğü gün delirdiler. Dane, o eski bir Nazi, vaktinde gözünü kırpmadan başka ırktan insanları katletti, delinin tekiydi. Sibel, kardeşimin tohumumdan geliyor. Anneannesi Kahin, annesi bir zır deliydi. Sence Sibel ne kadar akıl sağlığı yerinde biri? Sen.. Babanı tanırdım, cesur adamlar, dünyanın en deli insanlarıdır. Baban benim tanıdığım en cesur adamdı. Şimdi sen söyle, bu masadaki herkes deliyken, seni akıllı bırakmam olasılık dâhilinde olabilir miydi? Anlasana, yüzyıllardır beklenilen gün tam da şu andan ibaret. Bu masadaki herkes halkanın parçası ve halkayı kapatabilmek için deli olmak gerekiyordu. Sen kendi kendine delirmeyince, seni ben delirttim. Tüm gördüğün rüyaları ben yönettim.” Bacağını işaret etti. “Oraya yerleştirdiğim şey, bazen attığın adımlara bile benim yön vermemi sağladı. Üzgünüm demek isterdim ama ben asla üzgün olmam.”

  Gürültüyle ayağa kalktı Alper. “Tüm savaştığım yıllar boyu, gerçek bir Türk askeri değil miydim? Öldürdüğüm o teröristler gerçek değil miydi?”

“Gerçekti. Tüm o yıllar gerçek bir Türk askeriydin. Tesisteki senin gibi çocukları Türk askeri olarak yetiştirmemin nedenini açıkladım.”

“Evet evet! Dünyanın en iyi insanları vesaire.. Bizimle kukla gibi oynadın mı?!”

“Sizleri eğittim. Dünyanın hiçbir ülkesinde Türkiye’deki kadar iyi eğitilemezdiniz. Çünkü dünyanın başka hiçbir ülkesinin o kadar çok düşmanı yok. Türkiye ayakları elleri olan bir canlı olsaydı, bizden biri olurdu. Bir Ölümsüz, bir Cadı, Büyücü ya da Koruyucu; insanların nefret edip, yok etmeye çalıştığı bizden biri. Dünyanın tüm ülkelerinde bulundum. Hiçbiri terör, dış devletler, iç karmaşa ve komşu ülke savaşlarıyla aynı anda mücadele etmiyor/edemiyor. En iyi Koruyucuları yetiştirmek için Türkiye biçilmiş kaftandı.”

“Peki, ben gerçekten bir Türk müyüm? Yoksa beni de başka bir devletten mi getirdin?”

 Dişlerini göstererek sırıttı Caner. “İçindeki bu duygu çok ağır, öyle değil mi? Sana bir Koruyucu olduğunu söylüyorum, güçlerin var diyorum ama umursamıyorsun. Sana şimdi Türk değilsin desem, kendi kendini öldürürsün..”

“Uzatma!” elini masaya vurarak Caner’e yaklaştı. “Sana soru sorduğumda sadece cevabını ver!”

“Türk’sün.” Burnunu çekerek ayağa kalktı Caner. “Bir Ölümsüze kafa tutabildiğine göre, zaten başka bir ırktan olamazdın, değil mi? Farkında mısın, bilmiyorum ama ben de Türk olarak anılmak için Caner adını kullanıyorum. Haklısın, Türkler dünyanın en gururlu ve onurlu insanları.”

“Şimdi ben, Sibel’i alacak ve gideceğim. Eve, evimize döneceğiz: Türkiye’ye.”

 Caner sessizce güldü. Alper bu sessizliğini düşünecek kadar bile duraksamamıştı. Sibel’in kolunu tutup ayağa kaldırdı. Gidiyoruz dercesine bakıyordu. Sibel o an ne yapacağını bilemeyerek etrafına bakındı. O da en az Alper kadar eve dönmeyi istiyordu ama önce kendini tanımayı, güçlerini nasıl kullanacağını öğrenmeyi istiyordu.

 Caner sandalyesine tekrar oturarak arkasına yaslandı. Alper, kolunu tuttuğu Sibel’i sürüklemek istercesine birkaç adım attı. Zavallı Sibel aşkıyla, büyü dünyası arasına sıkışıp kalmıştı. Kalbini dinledi, Alper’in peşinden adımını attı. Tam o sırada Sıla’nın gürültü iç çekişi yankılandı.

“Çıkış yok,” dedi Sıla. “Tüm geçitler imha edildi.”

 Alper’in havada kalan ayağı sertçe yere indi. Yüzündeki öfkeyle arkasına döndü.

“Ne demek bu?”

Sıla, “Kaya kapandı,” diyerek yutkundu. 

1 Comment

  1. Kübra says:

    👏🏻👏🏻👏🏻 Yine merakta bırakan harika bir bölüm .

Yazıyı beğendiyseniz bir yorum bırakın: