-Sıla-
(Bir Önceki Bölümden: Doğum yaptıktan hemen sonra tekrar hamile kalmak zorundaydım. En az bir kızım olmalıydı.)
Mahmut nihayetinde oğlunu kucağına aldığında dünyanın en mutlu adamıydı. Oğlana bakarken, Vadim’i hatırladım. Varisini nasıl da sevgiyle kucaklamıştı. Neden böyle olmak zorundalardı! Kızlarına da niye aynı ifadeyle bakamıyorlardı? İster Rus, ister İranlı, ister Alman olsun; hepsi aynıydı. Belki erkek olsaydım, babam da biraz olsun severdi beni.
Oğlan doğurduğuma Mahmut’tan daha çok sevinen biri vardı: Fatma. “Oğlan doğurdun ya, seni dövmez,” demişti sevinçle. “Çok şükür,” diye de iç çekmişti.
Oğlan için dört tane kurban kesti Mahmut. Et köyün her evine dağıtıldı. Oğluna Kadı’nın adını verdi, bizi evlendirdi diye.
Mahmut’un aksine, doğurduğum oğlan çok güzel yüzlüydü. Ama onu biraz bile sevemedim. Beni bu köye hapsettiği için Arya’dan bile çok nefret ettim.
Çok geçmeden tekrar hamile kaldım. İkinci oğlan geliyor diye bayram ediyordu. Bu sırada ikinci kızını vermeye niyetlenmişti. Ee, ev halkı genişliyordu, birilerinin gitmesi lazımdı.
Kız daha on yaşındaydı. Fatma, “Küçük daha,” diyordu ki ağzının ortasına tokadı yediği gibi yere serildi.
“Karışma sen. Evlenecek diyorsam evlenecek, o kadar!”
Ve evlendi de. Küçücük çocuk, yetmiş yaşındaki köyün zenginiyle beş hafta içinde evlendi. Artık ne Mahmut’a ne de köyün diğer erkeklerine tahammülüm kalmıştı. Üstelik karnımdaki yine oğlandı! Evi başımıza yıkmak istedim.
Doğum için Ceramilia’ya gidince, Efsun’a dönmemek için yalvardım.
“Orası kötülük dolu bir yer, daha fazla kalmak istemiyorum,” dedim.
“Cadı doğurmadan dönemezsin,” dedi başka da bir şey demedi.
Mahmut mu yoksa Efsun mu daha kötüydü, ilk kez bunu düşünmüş ve ilk kez Efsun’un evrenin en kötüsü olduğuna kanaat getirmiştim. Kuralları çok katıydı. Oğlanların hükmü yoktu ama bizler de sadece üremek için kullanılan inekler gibiydik. Bunu ilk kez o gün fark etmiştim.
“Neden Ceramilia’nın varlığına ihtiyacımız olduğunu artık daha iyi biliyorsun,” demişti. “Çünkü dünyanın her yerinde erkekler aynıdır, Sıla.”
Oysaki İran’ın o köyü, dünyanın diğer yerlerinden ayrı gibi gelmişti. Oradaki kötülük başka hiçbir yerde olamazmış gibiydi.
Üçüncü oğlana hamile olduğumu öğrendiğimde ilk kez ölmeyi istedim. Kendimi zehirlemeyi bile düşündüm. Sanki bundan böyle tüm hayatım İran’ın bu köyünde, işkenceyle geçecekmiş gibiydi.
Mahmut, oğlan doğurduğum için bana elini kaldırmıyordu ama yanımda yatması bile bana acı veriyordu. Bu acıyı Andrey’de bile duymamıştım. Bu acıyı, babam bana vurduğunda ya da Albert beni, anneme yaptığı şeyi izlemeye zorladığında hissetmiştim. Babam, Albert ve Mahmut sanki aynı kişinin farklı bedenlerdeki versiyonuydu.
Aylar geçtikçe ondan midem bulanmaya başlamıştı. Güzel yüzlü oğlanlarımdan bile tiksiniyordum. Üstelik çocukları kendi gibi yetiştiriyordu.
Daha dört yaşındaki Ömer, kendinden bir yaş büyük ablasını dövüyor, Fatma’ya hakaretler ediyordu. Ve ben annesi olarak ona değil elimi kaldırmak, sesimi bile yükseltemiyordum. Bir kere Ömer’e tokat attım, Mahmut ok gibi fırladı yerinden. Eğer hamile olmasam Fatma’ya yaptığını yapacak, dövecekti beni. Ama karnımdaki oğlu zarar görür diye bağırmakla yetindi.
Üst üstte tam beş oğlan doğurdum. Beş! Delirmek üzereydim. Her doğumda Efsun’a yalvarıyordum. Sonrasında onu öldürmenin hayalini kurarken buluyordum kendimi. Bir gün Efsun’u öldürmeyi, İran’da kafama koymuştum.
Beşinci oğlan doğduğunda evdeki kız nüfusu üçe düşmüştü. Altı kızın üçü evlenmişti. Sonuncu evlenen kızın düğünden iki gün sonra ölüsü geldi.
Kızcağız düğün gecesi korkudan tüm gece boyu ağlamış. Sabah da kaynanası eve gelip beyaz çarşafı eline alınca… Oğluna, küçücük kızı dövdürmüş. Tabi, dayaktan öldü demediler. Üstelik çocuğa, “Kusurluydu” deyip, Mahmut’tan verdikleri başlık parasını geri istediler.
Küçücük çocuğun neyi kusurluydu, anlayamamıştım. Fatma’nın yüreği olanlara dayanmakta zorlandı. Zaten hiç istememişti üçüncü kızının evlenmesini. Bu sefer de Mahmut, Fatma’ya gürlemesin mi? “Demek kusurlu olduğunu biliyordun da bu yüzden evlensin istemediydin, öyle mi ha!” diye günlerce dövdü kadını. Elinden ben bile alamadım Fatma’yı.
Kızın bir kusuru yoktu, Mahmut’un kızı olmaktan başka. Fatma’nın bir suçu yoktu, bu köye doğmaktan başka.
Ertesi gün Kadı’ya gittim. Durumu anlattım. Kadı, hem Mahmut’u hem de kızını öldüren damadı çağırdı.
Kadı onları bir yere cezaya yolladı. Nereye gittiklerini bilmiyoruz. O süre İran’da yaşadığım en güzel günlerdi diyebilirim.
Ayrıca o dönem kapımızı bir yabancı çaldı. Nereden ya da kimden, ne haberi almıştı bilemedik. Bir Türk gazeteciydi. Benim kaçırılarak İran’a getirildiğimi, eğer istiyorsam onunla Türkiye’ye gidebileceğimi söylüyordu.
“Türk olduğunuzu biliyoruz, Sıla Hanım,” dedi.
“Değilim. İranlıyım ben. Size kim haber etti? Ne hakla geldiniz?”
“Sizi burada zorla mı tutuyorlar? Çocuklarınız İranlı olduğu için mi gelmeyi reddediyorsunuz?” peş peşe sorular soruyordu.
“Ben Türk değilim. Türkiye’ye hiç gitmedim.”
Adam bir türlü ikna olmadı. Köydeki adamların hiçbirine benzemiyordu. Hatta daha önce tanıdığım diğer kimseye de benzemiyordu. Çok farklıydı. Sanki bu dünyaya ait değildi. Her şeyi bilen bir elçi falandı, belki de.
Efsun’un bir oyunu olduğunu düşünmüştüm. Beni sınadığını, İran’da kalıp kalamayacağımı denediğini var saydım. Eğer bu adamla gidersem sınavı geçemeyecektim. Ama kalırsam Efsun’un hala en güvendiği cadısı olarak kalabilecektim.
“Lütfen gidin. Kocam, o yokken eve bir erkek aldığımızı duyarsa çok kötü şeyler olur.”
“Kocanızdan korktuğunuz için mi inkar ediyorsunuz?”
“Neden anlamıyorsunuz, Beyefendi? Sizinle gelmek istemiyorum. Kim olduğunuzu bile bilmiyorum. Ben burada ailemle mutluyum. Şimdi gidin lütfen.”
Cebinden kartını çıkardı. “Fikriniz değişirse beni arayın.”
Bu adamın ne istediğini bir türlü aklım almamıştı. Efsun’un oyunundan başka bir şey olamazdı.
Aylar sonra Mahmut çıkıp geldi. Zayıflamış ve çökmüştü. Bizimle günlerce konuşmadı. Biz de neler olduğunu sormadık. Bir gece uyurken merakıma yenik düşüp Kadı’nın onu nereye yolladığını görmek isteyerek aklının içine baktım.
Beyni resmen bir çöp kutusuydu. Tüm duyguları karman çormandı. İlk gördüğüm şey çocuk Mahmut oldu. Çocukluğu hayatının merkezi olmuş. Geçmişini unutamamış, affedememiş.
Çocuk Mahmut babasından çok şiddet görmüş, benim babamdan gördüğümden daha fazlasını. Mahmut’un kendi oğullarına davranışını düşündüm. Onlara kırılacak bir cammış gibi davranırdı. Kızlarını itip kakardı ama oğullarını küfür bile etmezdi.
Babası geceleri onu uyandırıp hortumla dövermiş. Eve biraz geç girsin önce çocuğu ıslatır sonra sopayla kemikleri kırılana kadar vururmuş. Gördüklerim beni bile dehşete düşürmüştü. Coda’ya yaptıklarım geldi aklıma. Ben dünyanın en kötü annesiydim. Ama Mahmut’un babası, bu dünyada tanıdığım herkesten daha korkunçtu.
Mahmut’un aklının içindeyken bir manzarayla karşılaştım. Tüylerim diken diken oldu.
Annesini gördüm. Çok güzel bir kadındı. Elinde renkli sıvıların olduğu cam şişeler tutuyordu. Sonra birden tüm şişeler yere düştü. İçeriye bir sürü adam doldu. Kadını yakalayıp götürdüler. Çocuk Mahmut koltukta oturuyordu. Adamları görünce kendini annesinin önüne siper etti. Ezip geçtiler onu.
Sonrasındaki görüntüde çocuk Mahmut sümüklerini silmeksizin ağlıyor, babasına yalvarıyordu: Annesini kurtarması için… Sokağın ortasındalardı. Etrafta sadece elleri taşlı, öfkeli adamlar vardı. Kalabalık, oluşturduğu çemberin içine ellerindeki taşları fırlatıyordu. Çocuk Mahmut her şeyi izlemişti. Babası hiçbir şey yapmadı. Çemberin içinde, vücudu yere gömülü annesinin başı vardı. Taşların hedefi kadının başıydı.
Annesi büyücülükle suçlanmış ve taşlanarak ölüm cezasına çarptırılmış. Kadın belki de bizden biriydi, bir cadıydı. Efsun beni bu yüzden mi bu eve mahkum kılmıştı?
Kalabalığın arasından bir adam çıktı. Elinde büyük bir taş vardı. Mahmut’un babasına verdi. Çocuk öyle çok ağlayıp dil döktü ki.. Babası onu itip taşı aldı. Kadına son büyük taşı kocası atarak onu öldürdü.
Çocuğun içindeki tüm sevgi o taşla birlikte yok oldu. O sırada babasının onu dövmesinin sebebini gördüm. Annesinin, çocuğa aşıladığı sevginin büyü olduğuna inanmış. Çocuğu içindeki büyü çıksın diye öldüresiye dövüyormuş.
Dünyanın her yerinde cadı olduğuna inanılan kadınların korkunç sonları olmuş.
Kadı’nın Mahmut’a verdiği cezanın anısını buldum. Yaşlı ve felçli bir adamın yanında gördüm Mahmut’u. Evde olmadığı bu süre zarfında o adamın her türlü bakımını yapmış. Yaşlı adamın gözlerinden onun babası olduğunu anlamam zor olmadı.
Şimdi neden Mahmut’un bu kadar zavallı göründüğünü anlamıştım. Fatma’yla evlendiğinde Mahmut’ta çocukmuş. Babasından kurtulmak için çareyi Fatma’yla evlenmekte bulmuş. O günden sonra bir daha babasını görmeye gitmemiş, ta ki Kadı onu yollayana kadar.
Mahmut’un zihninden çıktıktan sonra onu uyandırmadan sırtını açtım. Bugüne kadar onu çıplak görmemiştim. Sırtını açtığımda neden hep giyinik olduğu gözlerimin önüne serildi. Sırtı çocukluğunda babasının ona verdiği hediyelerle doluydu.
Tam geri kapatacağım sıra uyandı. Sertçe bileğimi tutup beni yatağa yatırdı.
“Ne yaptığını sanıyorsun kadın!”
“Üstün açılmıştı..” dememe kalmadan bana vurdu. Bu ondan yediğim ilk dayaktı.
Annesine olanları gördükten sonra kendimi o evde büyüyle korumaya alamadım.
Yeniden hamile kalana dek bir kabusun içine düştüm. Bir keresinde oğlum Ömer, Fatma’ya küfrettiği için ona tokat attım. O sırada Mahmut eve girmiş. Tokat attığımı görünce beni bayılana kadar dövmüştü. Fatma aramıza girip kendini bana siper etmiş, bu yüzden o da dayaktan nasibini almıştı. Canımı sıkan Mahmut’un vurması değildi, Ömer’e dönüp, “Sana nasıl vurduysa sen de ona vur!” demesi ve doğurduğum çocuğun bana vurmasıydı.
Efsun’dan dön emri geldiği gün ikisine de bu yaptıklarını ödetecektim.
Altıncı kez hamile kaldığımda Mahmut diğerleri kadar sevinmedi. “Yine mi be kadın!” demekle yetindi. “Bir boğaza daha nasıl bakacağım ben, ha!”
Bu kez kız olmalıydı. Başka kurtuluşum yoktu.
O sene Kadı Ömer öldü. Köye derin bir hüzün çöktü. Onun ölümüne ben bile üzülmüştüm.
Yerine gelen Kadı, Ömer kadar iyi yürekli değildi. Aksine köydeki tüm kadınları evlerine hapsetmişti. Dört duvarın arasında kalakalmıştık. Kocalarımız işe gittiğinde bahçeye bile çıkmamız yasaktı ve yasakları çiğneyen kadınlar ağır cezalara çarptırılıyordu.
Komşularımızdan biri kaçan tavuğun peşinden sokağa çıktı diye köyün meydanında sopalarla dövüldü. Bunun üstüne pencereleri bile kapalı tuttuk.
Bir gün benim en küçük oğlan bahçede oynarken altına işedi. Bacaklarına akan çişinden öyle çok korktu ki Fatma hemen kendini bahçeye atıverdi.
O gece Mahmut’un elinden Fatma’yı çok zor aldım. Neredeyse öldürecekti. Bahçe dışına çıkmadığı için evde kocası tarafından cezalandırılmıştı. Dışarı çıksa meydanda, tüm kocalar tarafından dövülecekti. Bunlar kimin kurallarıydı? Hepsi vahşi barbarlardı.
“Bu yasakları kim koyuyor?” diye sorma cesaretinde bulundum o gece. “İslam’da böyle korkunç işkenceler yok.” Bana öyle bir baktı ki, hamile olmasam elindeki sopayı kanıma bulardı.
Bir daha soru sormadım. Ama bildiğim bir şey vardı, Mahmut ya da diğerleri Müslüman değillerdi. Onu bir kez bile namaz kılarken, ibadet ederken görmedim. Bu köyde İslam’ı gerçekten yaşayan tek kişi Kadı Ömer’di ve onun kadınlar üstünde hiçbir ceza kanunu yoktu.
Bebeğin cinsiyeti için kirazı karnıma koydum. Hayatımda ilk kez o an korku duydum. Eğer bu sefer de oğlan olursa kurtuluşumun olmayacağını biliyordum. Çünkü Mahmut eve bir boğaz daha eklemeyecekti.
Rahatlayarak nefesimi bıraktım. Karnımdaki bu kez bir cadıydı. Doğurduktan sonraki aralık ayında Ceramilia’ya dönecektim.
Efsun ne derse desin, bir yıl daha bu hayata katlanmayacağım!
Kızımı doğurup kollarıma aldığımda bir ilki daha yaşadım. Onu sevdim. Hatta ona Fatma’nın adını verdim. Nerede ve hangi hayatı yaşarsam yaşayayım, daima Fatma’yı hatırlamak istedim.
Elbette Mahmut, bir kız doğurduğumu görünce surat astı. Adını Fatma koymama karışmadı. Fatma ise mutluluktan günlerce ağladı. Hayatım boyu kumam Fatma ve kızım Fatma kadar sevdiğim hiç kimse olmamıştı ve olmayacaktı. Fatma bana kendimi insan hissettiren ilk kişiydi. Kızımsa bana anneliği yaşatmıştı.
Kızımı 2001 yılının şubat ayında doğurdum. Aynı yılın aralık ayında Ceramilia’ya dönmeme izin çıktı. On bir ay kızımı Mahmut’tan korumam gerekiyordu. Sadece on bir ay. Tam beş yıldır bu evin içinde hayatta kalmayı başarmıştım, on bir ay daha dayanabilirdim.