KİRAZ KEMİĞİ – BÖLÜM 31

-Sıla-

 (Bir Önceki Bölümden: Yirmi beş gün sonra Zehra’yla yine yaprak dolu masada karşılıklı oturduk. Çekirdeği havada sallayıp yapraklara doğru attı. O an bilmediğim bir şey vardı, yeni yolculuğumun ölüm gibi bir şey olacağı ama asla öldürmeyeceği… )

“Bu kaçıncı ulan! Kaçıncı! Yetti artık!”

“Yapma, Bey! Ne olur vurma… Ah! Gözünü seveyim yapma…”

“Bıktım senden, uğursuz karı! Beceriksiz!”

“Dikişlerim patlayacak, yalvarırım vurma.”

“Bir de cevap mı veriyorsun, bana! Bu ne cüret!”

“Ah!”

 Yan odadan gelen sesleri duymamak için ellerimi kulaklarıma kapattım. Bu eve niye düştüğümü ilk kez sorguluyordum. Odanın içinde kimi korkuyla, kimi de alışkın bakışlarla bakan beş tane kız çocuğu vardı. Nihayetinde en büyüğüne, “Babanız annenizi niye dövüyor?” diye sordum.

 Omuz silkti kız. “Annem bir kız daha doğurdu.”

  Günler önce İran’a açılan kayadan dışarı adım attığımda kendimi çölün ortasında buldum. Kapının ilk kez bir ormana açılmadığını görmüştüm. “Eskiden orada küçük bir orman vardı,” demişti Efsun.

 Kiraz çekirdeği beni bu kez de İran’a savurunca, sürgünden sürgüne yollandığımı anladım. Rusya’da başarılı olmuş, Ceramilia’ya dört cadı götürmüştüm. “İran’da neden başarısız olacaktım ki?” diye düşünürken bir çete tarafından çölün ortasında rehin alındım. Terörist olmadığımı ya da kocamdan kaçmadığımı anlatmaya çalışarak, bana doğrulttukları tüfeğin önünden yürüdüm. İran’da bir kadının kocasından ya da babasından kaçması suçtu. İran’da bir kadının gözleri dışında bir yerinin açık olması suçtu, hele de içine düştüğüm köy; milattan kalmaydı. Burada, bu köyde kadın olmak dahi başlı başına suçtu.

  Kiraz çekirdeği nereye gideceğimizi belirledikten sonra bir hafta hazırlık sürecimiz olur. Gideceğimiz coğrafyayı öğrenir, yaşam tarzını ve kurallarını ezberleriz. Kılık kıyafetimiz dahi o coğrafyaya uygun olur. Yeni bir kimlik alır, sahte bir geçmiş uydururuz.

 Adımın kökeni Arapça olduğu için Efsun, “İstersen Sıla’yı İran’da kullanabilirsin,” dedi. Adımın bir önemi yoktu. Kabul ettim. Dış görünüşümü İranlı bir kıza benzettikten sonra yola koyuldum.

 İranlı Sıla’nın ailesi teröristler tarafından öldürülmüştü. Genç kız teröristlerin baskınından kıl payı kurtulmuş ve çöle kadar koşmuştu. Hikayem kısa ve öz olmasına rağmen beni yakalayan eşkıyalar durup dinlemedi. 

 Yaklaşık on beş kilometre çölde yürüdükten sonra köye vardık. Beni köyün en yaşlısının önüne çıkardılar. Bu adam kaderimi belirleyecek olan köyün büyüğü ve bilgesi Ömer’di. Haydutların hepsi Ömer’in önünde başlarını eğmiş, kımıldamadan durmuştu.

 Yaşlı adam bana şöyle bir göz attıktan sonra, “Nerelerden gelirsin, kızım? Anan baban nerededir?” diye sordu.

 Hikayeyi korkmuş bir genç kız gibi anlattım. Sakalını sıvazlayarak düşündü.

 Hakkımdaki karar son derece masumca verilmişti. Karısı altıncı çocuğuna gebe olan, Mahmut’un himayesi altına verilmem uygun görüldü. Böylece hem bir evim olacak hem de doğum yapan kadına yardımcı olabilecektim.

 Haydutlardan biri eğilerek selam verip, Mahmut’u çağırmak için yanımızdan ayrıldı.

 Mahmut iri yarı, esmer, korkutucu bir adamdı. Ömer, köyün en saygın adamıydı. Sonradan öğrendiğime göre köyün Kadı’sıymış. Tüm adamlar onun lafına itaat ederdi. Aynı zamanda İran’da tanıdığım tek iyi yürekli adamdı.

 Mahmut’un önüne düştüm ve evine kadar başımı yerden kaldırmadan yürüdüm. Köyün evleri kerpiçten yapılma, eski evlerdi. Bahçe demeye şahit lazım beton alanı olan iki katlı müstakil evlerdi.

 Mahmut’un peş peşe, beş kızı vardı. Onlara değersiz eşyaymışçasına bakar, ağzından tek kelam sevgi sözcüğü çıkmazdı.

 Eve adımımı attığımda karısı ağlamaya başladı. Ufak tefek sevimli bir kadındı. Neden ağladığına anlam verememiştim.

 “Ne diye ağlarsın kadın!” diye gürledi Mahmut.

 Kadıncağız hıçkırıklarının arasından zor duyulacak bir sesle, “Belki bu oğlan olurdu, ne diye çocuk doğmadan kuma getirdin?” dedi.

 İran’da adamların birkaç tane karısı olabileceğini öğrendiğimde çok şaşırmıştım. “Böyle bir şey nasıl mümkün?” diye sorduğumda, Efsun sadece omuz silkmiş: “İran’dan gelince neden erkeklerden nefret ettiğimizi daha iyi anlayacaksın,” demekle yetinmişti.

 Mahmut karısını itip, “Saçma sapan konuşma,” dedi. “Kadı Ömer, sana yardım etsin diye gönderdi.”

 Kadın aniden susup yüzüme baktı. “Kaç yaşındasın sen?”

“On sekiz.”

 Hem kadın hem Mahmut baştan ayağa süzdü beni.

“Dul musun?”

 Başımı iki yana salladım. Mahmut öfkelenerek karısına, “Ayakaltında durmayın,” diye çemkirdi.

 Bunun üstüne kadın, beni kızların odasına götürdü. “Sen burada kalırsın, adın ne?”

“Sıla.”

“Ben de Fatma. Kadı ne için yolladı seni?”

 Böylece ona, Kadı Ömer’e anlattığım hikayemi anlattım. Kendi halini unutup bana üzüldü. Eğer bir kalbim olsaydı, Fatma’yı sevebilir ve onu kurtarmak için tüm büyüleri yapabilirdim. Ama bir kalbim yoktu, bir şey yapmadım.

 Döşeğimi kızların odasına yaptık. Ertesi gün Mahmut iş için evden çıktıktan sonra Fatma’yla oturup sohbet ettik.

 İran’da en çok sevdiğim şey kadınların hikayelerini dinlemekti. Buradaki kadınlar anneme benziyordu, kocalarının onlar için sunduğu kadere razı göstermişlerdi. Ama henüz ilk günler bunu bilmiyordum. Efsun’a karşı gelip, hikayelerini dinlediğim tüm kadınların kocalarını ve babalarını öldürme isteğiyle doluyordum.

 Fatma henüz on üç yaşındayken Mahmut’la evlendirilmişti. En büyük kızı on bir yaşındaydı ve Mahmut’un bir arkadaşıyla geçen ay sözlenmişti. Çocuk babası yaşındaki adamın ikinci karısı olacaktı.

“Neden karşı gelmedin kocana?” diye sordum Fatma’ya.

“Burada kadınların söz hakkı yoktur ki! Sen nerden geldin? Sizin köyde bu yaşa kadar nasıl evlendirmediler seni?” sonra etrafa bakıp, kimse olmamasına rağmen fısıldayarak, “İranlı değil misin yoksa?” diye sordu.

“Yo, İranlıyım.”     

“Demem kimseye. Eğer buralı değilsen, yazık olur sana. Birinden mi kaçarsın? Yoksa ne işin olur bizim burayla?”

 İstemsizce elini tuttum. “Belki de sana arkadaş olayım diye kader düşürmüştür yolumu?”

 Gözlerinin içi güldü. Bir an için yüreğimin yumuşacık olduğunu hissettim.

 O gece Fatma’nın doğumu başladı. Mahmut koşup ebe getirdi. Yatak odasında ebe ve ben, Fatma’nın doğumunu yaptırdık. Altıncı çocuğunun da kız olduğunu duyunca hıçkıra hıçkıra ağladı.

 Ebe gidince Mahmut öfkeyle beni kızların odasına itip, Fatma’yı dövmeye başladı. Sanki az evvel doğum yapan Fatma değilmiş gibi…

 Anlayamıyordum. Neden kız doğurduğu için dayak yiyordu? Neden dünyadaki adamlar, işlevi bile olmayan oğlan çocuğuna düşkündü? Sanki kendileri bir işe yarıyormuş gibi, bir de çoğalmak istiyorlardı!

 Fatma’nın çığlıklarına daha fazla dayanamadım. Hayatım boyu en çok o an insan olmuştum, en çok o an bir kalbim vardı. Kızlar beni tutmak istedi, fırlayıp soluğu yan odada aldım. Mahmut’u tuttuğum gibi kan içinde yatan Fatma’nın üstünden aldım. Bir o duvara bir bu duvara.. Öldürmek istedim. Onu parçalara ayırmak ve yok etmek istedim. Ama Fatma’nın kımıldamadan yattığını görünce Mahmut’u bırakıp ona koştum.

 Yaşıyordu, tabi buna yaşamak denirse.

 Mahmut’u bayıltıp, çocukları uykuya yatırdım. Bunları büyüyle yaptım. Ardından Fatma’yı yatağa koyup dikişlerini kusursuz hale getirdim. O iyi olana dek başından ayrılmadım. Onu Ceramilia’ya götürmeyi düşündüm. Ama boynumda asılı olan kiraz o sırada titredi. Efsun her hamlemi izliyordu.

 Odasındaki dev kirazın önünde oturur, dışarıdaki tüm cadıları gözetler. Bir kural çiğnendiği an konsey cadıları tepemize çöker. İşin kötüsü, konseydeki cadıları kimse daha önce görmemiştir. Efsun onları ayrı yetiştirmiş. Ben bile hiçbirini tanımıyorum. O yüzden karşımıza kim ya da ne olarak çıkacaklarını bilemeyiz.

 Sabah Mahmut kendine geldiğinde ne olduğunu hatırlamıyordu. Ama öfkesi geçmemişti. Tekrar Fatma’ya saldıracak oldu, izin vermedim. Onu evden kovdum.

 Akşam eve Kadı’yla birlikte geldi. Gece kendimi onun ikinci karısı olarak yatakta buldum. O gece bir şey daha öğrenmiştim: Meğer Andrey tecavüz ederken son derece nazikmiş.

 Burada bir kadın evlenince kocasının malı oluyormuş. Adam kadına istediğini yapabilir, kadın karşı gelemezmiş. Fatma ona kuma geldiğim için değil, Mahmut’a mal olduğum için günlerce ağlamıştı.

 Ertesi sabah Mahmut evden gidince avutulma sırası bana gelmişti. Gece Mahmut’la aynı odaya girince nasıl bağırdıysam, sabah Fatma soluğu yanımda almıştı. Annemin bile göstermediği şefkati bana kumam göstermişti.

 Mahmut karısı ona oğlan doğuramadı diye, Kadı’ya gitmiş. Himayesinde ne de olsa kimsesiz bir kız var, değil mi? Neden onu karısı yapmayacaktı ki?

 Kadı kimsesiz bir kıza ev vermek için nikahımızı kıymayı kabul etmişti.

 Bir an önce hamile kalmaya bakmalıydım. Böylece doğum için gittiğimde dönmemeyi hedefledim.

 Çok geçmeden hamile kaldım. Mahmut bu kez oğlan olacağından son derece emindi. Fatma ise, “Kız olursa seni çok döver,” diyerek beni dayak fikrine alıştırmaya çalışıyordu.

 Mahmut altıncı kızı doğduğundan beri Fatma’nın eline bile dokunmadı. Artık Fatma benim döşeğimde, ben onun odasında kalıyordum. En büyük kızın düğün telaşı başlamıştı. Gelen giden eksik olmuyor, Fatma hem çocuklara hem misafire bakmaya çalışıyordu. Ben hamileyim diye hiçbir işe elimi sürdürmüyordu. Adeta benim de annem olmuştu. Oysa ben onun anneannesi yaşındaydım. Belki de anneannesinden bile büyüktüm. Ama o bunu bilmiyordu, değil mi?

 Haftalar sonra kızın düğünü oldu. Listeye şiddet kurbanı bir kız daha eklendi.

 Burada hamile kadınlar doktora ya da hastaneye götürülmüyor. Arada bir ebe kadın gelip kontrol ediyordu, hepsi bu. Bu köy hala asırlar öncesini yaşatmaya devam ediyor.

 Kiraz mevsimi geldiğinde beş aylık hamileydim. Kirazı ikiye bölüp karnıma sürdüm. Gözlerimi kapattığımda bebeğin cinsiyetini görebiliyordum.

 Mahmut bu kez haklı çıkmıştı. Bebek oğlandı. İranlı bir kadın olsam sevinçten havalara uçardım. Ama bir cadı olduğum için lanet okudum. Ceramilia’ya en az bir cadıyla dönmek zorundaydım. Hiçbir işe yaramayan bir büyücü bozuntusuyla, İran’dan kurtulamazdım. Doğum yaptıktan hemen sonra tekrar hamile kalmak zorundaydım. En az bir kızım olmalıydı.

1 Comment

  1. Kübra says:

    Sende kendince haklıymışsın Sıla 😕

Yazıyı beğendiyseniz bir yorum bırakın: