KİRAZ KEMİĞİ – BÖLÜM 24

-Aylin-

  Küçük Aylin tanımadığı babasıyla yepyeni bir hayata yelken açmıştı. Martin yanan merkezi arkalarında bırakıp ülkeyi terk etti. Küçük kızından başka kimsesi yoktu ve artık devletlerin kuklası olmayacak, yalnızca baba olacaktı. Tabi ki bu düşüncesinin ardında büyünün kalıcı etkisi vardı. Ömrünün sonuna dek büyüden kurtulamayacak, yüreği daima Feride için yanacaktı. Ve yandıkça kızına tutunacaktı. Aylin’in tek kurtuluşu, Martin’in ebediyen büyünün etkisinde kalmasıydı ve Feride kızı için önce kendini ölüme sonra da onu kaçıran askeri büyüye mahkum etmişti.

 Baba kız uzun bir yolculuğa çıktı. Önce Londra’dan kaçtılar. Limandan gemiye binip Hamburg’a doğru yola çıktılar. Zamanları çoğunlukla kamaranın içinde geçiyor, birbirlerini tanımaya çalışıyorlardı. Kız sessiz ve içine kapanıktı. Ağzından tek laf çıkmıyor, acıktığını bile söylemiyordu. Martin kızının sesini sadece uykusunda “anne” diye sayıkladığında duyuyordu.  

 Aylin kabuslarında hep aynı şeyleri görüyordu. Ya annesini yanarken ya da kendisini incelenirken.. Neredeyse her gece kendini çırılçıplak laboratuvarda yatarken buluyordu. Vücuduna bağlı kablolardan çıkan sesler beynine vuruyor, korkunç insanlar ona bir ucubeymiş gibi bakıyordu. Küçücük bedeni çırpınıyor, dişlerinin arasından tıslamalar çıkarıyordu. Ama kollarındaki ve ayaklarındaki kayışlar kıpırdamasına engel oluyordu.

 Martin her gece kızının tıslamasıyla uyanıyor, kollarının ve ayaklarının çırpınışını kontrol etmeye çalışırken gözyaşlarına boğuluyordu. Sonra her defasında kızı ‘anne’ diye ağlayarak uyanıyor ve uyandığı o bir saniye Martin’i Feride’ymiş gibi görerek kollarına atılıyordu. Martin’in kızıyla kurduğu tek bağ o bir saniyeden ibaretti. Aylin onun annesi olmadığını anlar anlamaz korkarak kaçıp yatağın köşesine siniyordu.

 Martin Almanya’da kızıyla yeni bir hayat kurduklarında onun düzeleceğine inanıyor, bu umuda tutunuyordu. Aylin’in yaşadığı travmanın geminin sarsıntılı yolculuğu yüzünden devam ettiğini düşünüyordu.

  Yolculuk bitti. Gemi Hamburg limanına demir attı. Bir ev ve iş bulana dek ucuz bir otel odasına yerleştiler.

 Uzun süre yasa dışı işler yaptı, bir kaçak gibi yaşadı. Aylin okul yaşına gelene dek iyi idare etti. İlk birkaç sene kızını okula yollamadı. Ona okuma yazmayı kendi öğretti. Aylin büyüdükçe içine kapanıklığı da devam ediyordu. Hiçbir zaman cıvıl cıvıl, neşe dolu bir çocuk olmadı. Küçük bir kızken bile gözlerinde koca bir kadının hüznü vardı. Sanki kazıkta yanan annesi değil de kendisiymişçesine ölüydü. Her gece başını yastığa koyup, bakışlarını tavana diktiğinde annesinin, Efsun ve Ceramilia hakkında söylediklerini tekrar ederdi. Böylece 1942 yılına dek hiçbir kelimeyi unutmadı.

 1934 yılında Adolf Hitler Cumhurbaşkanlığı görevini üstlenerek ülkedeki tam iktidarı eline alınca, Martin en yakın parti binasına giderek İngiliz yönetiminden kaçtığını ve Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisine sığınmak istediğini belirtti. Eski bir İngiliz askeri olduğunu ve ne isterlerse seve seve yapabileceğini söyledi. Yeter ki kızı ve kendi için ülkede yaşama, sığınma ve korunma hakkı versinler.

 Bir süre parti yönetimi tarafından araştırıldıktan sonra Adolf Hitler tarafından, 16 Nisan 1935 yılında Berlin’e çağrıldı.

 Böylece Almanya Martin ve kızını kanatları altına aldı. Martin parti için çalışırken, Aylin okula başladı.

 Emredilen her türlü işi yapıyordu. Eğer Feride’nin büyüsü bozulsa, Martin bir saniye yaşadığı yaşamın ağır şartlarına katlanmaz ve İngiltere’ye geri dönerek kızını kendi elleriyle teslim ederdi. Yalvarır yakarır, gerekirse İngiliz yönetimi tarafından infaz edilir yine de bu ağır yaşama boyun eğmezdi. Martin özünde kötü bir adamdı. Orduya katıldığında henüz 18’indeydi ve öldürmekten büyük haz alıyordu. Birinci Dünya Savaşı sonrası İstanbul sokaklarında, kanıtlanmayan birçok cinayette onun parmağı vardı.

 Merkez’den, İstanbul’da bir cadının olduğu haberi geldiğinde, onu bulup Merkez’e teslim etme görevine gönüllü olmuş ve Feride onların önünde düşmeden çok önce zaten onu bulmuştu. Fakat Merkez’den gelen haber aslında Efsun’un bulunduğu yönündeydi, Feride annesine öyle çok benziyordu ki onu Efsun sanmışlardı. O yıl Martin 23 yaşındaydı. Genç ve hırslıydı. Kendisini tamamen görevine adamıştı, ta ki Feride’nin büyüsüne maruz kalana dek. Büyü onun tüm benliğini ve yaşamını tepetaklak etmişti. Ölüm anına dek büyünün etkisinde kaldı. Ölmeden önceki o son birkaç saniye içinde Feride’nin ona büyü yaptığı anı gördü. Ruhundan önce büyü bedenini terk etti. İşte o an yaşadığı acı ölümden bile ağırdı. Büyü içindeki kötülükten yavaşça kalkarken, ölmeden önce son kozunu kullanmak istedi. Yılların intikamını cadılardan almak için birkaç saniye daha yaşama tutundu. Ne yazık ki Aylin’in tüm hayatını o son saniyesindeki son cümlesi karanlığa itti. Martin, büyü kötülüğünün üstünü örtmeden önce nasıl bir insansa, son nefesinde de öyleydi. Nasıl yaşadıysa öyle öldü.

  Naziler onu toplama kamplarının inşaatlarında, Yahudilerin yerlerinin tespitin de, yasa dışı infazlar ve sorgular da kullandı. Bu tarz işlerin yanı sıra, ayda birkaç kez sivil ve yarı askerî yapıdaki alt kuruluşlardan biri olan Hitler Gençliğinin içinde bulunurdu. Gençlere vaaz niteliğinde savunma eğitimi verirdi. Bu Martin’e keyif veren tek aktiviteydi. O gençlerin gözlerinde, bir zamanlar kendisinde bulunan ışığı görmek, gerçek hayatına ait tek yaşam belirtisiydi. Hele biri vardı ki, ona bakmak az kalsın içindeki büyünün kalkmasına neden olacaktı. Son nefesinde de yanında o genç vardı; kim bilir belki de o yüzden büyü, ruhundan önce çıkmıştı. O genç Joseph Gewandt’tı.

 Joseph hırslı ve kana susamış bir gençti. Tıpkı Martin’in bir zamanlar olduğu gibi. Aslında olmayı istediği yer, cephe ve toplama kamplarının içiydi. Ama doğuştan kolunun biri kısaydı ve silah tutma konusunda oldukça güçlük çekiyordu. Bu yüzden Naziler tarafından dışlanıyor, ölene dek bu kuruluştan öteye geçemeyeceğini yüzüne vuruyorlardı. Martin ona kusuruna rağmen nasıl yaşayıp savaşması gerektiğini öğretti. Bu çocuğa olan sevgi ve saygısı içindeki kendi benliğinden kaynaklıydı ama ona asla kızını verecek kadar güveni yoktu. Büyülü yanı kızını Joseph’ten uzak tutması gerektiğini biliyordu. Çünkü Joseph kendini her şeyiyle göreve adamış, kelimenin tam anlamıyla ırkçı bir pislikti.

 1938 yılında Martin kırk yaşındayken kalp krizinden ölüverdi. Yanında Joseph vardı, o gece birlikte yasa dışı bir sorgulamadan geliyorlardı. Son zamanlar da Joseph’e silah kullanmadan da yapabileceği şeyleri öğretiyordu. Bu yüzden gittiği görevlere onu da götürür taktikleri öğretirdi.

 Eve varmak üzerelerdi, bir anda Martin’in kalbi çarpmaya başladı. Bedeni ansızın ona büyük geldi ve taşıyamadı. Büyü onu yere yığılırken terk etti. Joseph ise onu yere düşmeden yakaladı. İşte o an Joseph’in gözünde gördüğü ışık, kendi gençliğiydi. Cadının peşindeki Merkez görevlisi… Cadı tarafından büyülenen ve tüm kötülüğü babalık duygusuyla körelen hırslı asker…

“Kızım,” dedi, Aylin’in hayatını değiştirecek cümleye başlarken. “O sana emanet Joseph. Onunla evlen.”

 Son nefesinde Martin’in aklındaki tek şey ona büyü yapan cadıdan intikam almaktı. Feride onu kızı için büyülemişti, o halde kızını gençliğine benzeyen bu adama emanet ederek, o cadıyı öldüğü yerde rahatsız edebilirdi. Son nefesinde Aylin onun kızı değildi, o büyülenen Martin’in kızıydı ve o adam, gerçek Martin’in baş düşmanıydı.

 Böylece Martin’in ölümünden sonra Joseph ve Aylin evlendi. Normal şartlarda Joseph’in asla yapmayacağı bir evlilikti bu ama Martin’e duyduğu saygıdan dolayı rıza gösterdi.

 Aylin o sene 15 yaşındaydı. Joseph 21’indeydi. Babasının ölümüyle koca bir boşluğun içinde bulmuştu kendini. Ne yapacağını, şimdi nereye gideceğini bilmiyordu. Bir erkek çocuğuna hamile kalmadan Efsun’a gidemezdi, annesi öyle söylemişti. “İlk çocuklar genelde kız olur, benim ilk çocuğum da kızdı ama onu büyüyle doğmadan önce erkeğe dönüştürdüm. Sen bunu yapamazsın, sana büyü yapmayı öğretmedim. İlk çocuğun kız olursa, ikincisi muhtemelen erkektir, işte o vakit ormandaki en büyük kayayı bul,” demişti annesi. Sırf bu yüzden Joseph, “Baban evlenmemizi istedi,” dediği vakit itiraz etmemişti. Bir an önce oğluna hamile kalıp gitmeliydi.

 Martin’in cenazesinden birkaç ay sonra küçük bir törenle evlendiler. Yılın sonuna doğru Joseph’e, Köln’de bir görev verildi. Daha doğrusu Joseph sürgüne gönderilmişti. Hem sakatlığı hem de yaptığı evlilik yüzünden içinde bulunduğu topluluktan sürüldü. Çok geçmeden Joseph görevin aslında sürgün olduğunun bilincine vardı ve o gün evliliklerindeki her taş yerinden oynadı.

 Aylin ilk dayağını yediğinde Sıla’ya beş haftalık hamileydi. Joseph görevden uzaklaştırılmasının sebebi olarak Aylin’i gördükçe öfkesini ona kusuyordu. Zaten sessiz ve kendi halinde olan Aylin bütünüyle iç dünyasına kapandı. Aylin’e umut veren tek şey Joseph’i öldüreceği gündü.

 Joseph her gece sızana kadar içiyor, sızmadan önce birkaç posta Aylin’i dövüyordu. Gündüzleri ise Nazilere, onu tekrar içine almaları için yalvarıp yakarıyordu.

 Aylin Sıla’yı evde doğurmuştu. Aynı sokakta bir ebe kadın vardı. Joseph’in yaptığı tek iyilik ebeyi alıp gelmek olmuştu.

 Kızını kucağına aldığı ilk andan itibaren kendini ona adadı. Tüm sevgisini kızına verecek ve canavar kocasından onu koruyup kollayacaktı.

 İkinci Dünya Savaşının başlaması ve Almanya’nın oynadığı büyük rolde Joseph’in bulunmaması hayatlarını bütünüyle karanlığa buladı. Joseph eve bir grup Nazi Askeriyle ilk geldiğinde Sıla henüz bir yaşındaydı. Aylin kimse kızına zarar vermesin diye onu dolabın içine saklar, her gece ikinci kez hamile kalmak ve Joseph’i öldürüp gitmek için dua ederdi. Fakat iki yıl boyunca bu duası gerçekleşmedi.

 1942 yılında, savaşın iyice kızıştığı dönemlerde nihayet ikinci kez hamileydi. Bebeğin babası kesinlikle Joseph değildi. Gerçi, kim olduğu umurunda mıydı sanki? Ne de olsa kayaya kurban olarak sunacak ve bu hayattan çekip gidecekti.

 Annesine hiçbir zaman kızmadı. Her şeyi onu kurtarmak için yaptığını biliyordu. Aylin’in kızdığı tek kişi babası Martin’di. Ona bu hayatı veren oydu. Joseph’in ne kadar kötü ve iğrenç biri olduğunu en başından beri biliyordu. Aylin onunla mutlu olduğu bir an var mı diye düşünür, bulamazdı. Ne Joseph onu, ne de o Joseph’i sevmişti. Birbirleriyle evlenmelerinin tek sebebi, başka bir yol bilmemeleriydi.

 Nihayet hamile olduğunu anladığında Joseph’i öldürmenin planını yaptı ve yine bir gece zil zurna sarhoş olduğu vakit, mutfaktaki en büyük bıçağı kaptı. Kocası salondaki masada içmekle meşguldü. Bıçağı saklamaksızın odaya girdi. Joseph elindeki bıçağı görünce güldü. Aylin’in ne kadar kararlı olduğunun ve gözlerinin kızarıklığının farkında değildi. Kadın soğukkanlılıkla kocasına doğru yürüyüp, bıçağı tutan elini kaldırdı.

 Joseph kahkahasının arasından, “Ne yapıyorsun,” diye bağırarak ayaklandı. Çevik bir hamleyle bıçağı kaparak Aylin’e okkalı bir tokat attı. Ayakta durmakta zorlansa da asla karısını dövmekte zorlanmazdı. Aylin yediği tokatla yere düşünce Joseph ona tekme atmaya başladı. Canı acımadı, karnındaki ölür de birkaç yıl daha katlanmak zorunda kalır diye korktu.

“Sen kimsin de beni öldüreceksin!” diye bağırıyordu Joseph. “Biri ölecekse bu sensin!”

 Aylin’e doğru eğildi. Birbirlerine nefretle bakıyorlardı. Bu gece biri ölecekti ve bu Aylin olmak üzereydi. Ama ölemezdi, yıllardır bugünü bekliyordu. Elinden kaçıp gitmesine izin veremezdi. Joseph’le boğuşmaya başladı. İlk kez ona direndi. Yumruklar savurdu ve bıçağı kapmak için tüm gücünü kullandı. Kapmayı başardığı an ise hiç beklemeden karın boşluğuna saplayıverdi.  

 Tam o sıra bir bomba patladı. Bombanın yıkıcı şiddetiyle Aylin ve Joseph odanın dışına doğru savrulurken; Sıla yatağından fırlayarak, dehşetin içine düştü. 

 Mayıs 1942’de, İngiliz Hava Kuvvetleri, binlerce bombardıman uçağıyla, Köln’e, savaşı ilk kez Almanya’nın içine taşıyan bir saldırı düzenlemişti. O gece patlayan bomba, babasıyla kaçtıkları ülkenin uçağından düşmüştü.

 Aylin yerden kalktığında başı dönüyordu. Derin bir nefes aldı, hayattaydı.

 Önce kanlı ellerine baktı, sonra yerde cansız yatan kocasına. Gerçekten onu öldüren kendi elleri mi, yoksa tepelerine yağan bomba mıydı? Ürkerek eğildi, içindeki ses adamın ölmediğini söylüyordu.

 Elini kocasının burnuna yaklaştırıyordu ki durdu. Ya ölmediyse ve kalkıp yarım bıraktığı işi bitirirse? Başını çevirip, kapının arkasına saklanan kızına baktı. Küçük kız yere çömelmiş, korkudan titriyordu. Tekrar kocasına baktığında, onu öldürenin bomba olmadığını anladı. Adamın karın boşluğunda duran bıçağı çekip çıkardı ve öldüğüne emin olana dek tekrar tekrar sapladı.

 Böylece yıllardır hayalini kurduğu Ceramilia için yola çıkabilirdi.

  Efsun, Aylin ve Sıla Ceramilia’ya geldikten sonra ilk kez bir cadı için kurallarını esnetti. Aylin tekrardan korkunç dış dünyaya çıkıp, evlenmek ve hamile kalmak istemiyordu. Doğduğu günden beri yalnızca kötülük görmüş, acı içinde yaşamıştı. Tek isteği huzur ve güven içinde Ceramilia’nın sınırlarında yaşamaktı.

 Efsun onun yaşadığı zulmün her parçasını izleyip, dinledikten sonra sessizce kabul etti. Böylece Aylin’in nesli sadece Sıla’dan devam etti. O Ceramilia da kalıp, annesinin öğretmediği büyüleri öğrendi. Sonra da Ceramilia’nın cadı çocuklarına öğretmen oldu. 

Yazıyı beğendiyseniz bir yorum bırakın: