-Alper-
( Bir Önceki Bölümden: Arabanın motoru Selanik de ıssız bir ormanın önünde kapanana dek çıt çıkmadı.)
Eski bir Türk Askeri ve eski bir Nazi omuz omuza çarpışacaksınız deseler durup bir saniye dinlemezdim. Oysa şimdi kusursuz Türkçesi olan bir Almanla omuz omuzayım. Bana bunu yaptıran neydi? Büyünün etkisinden çıkmış olmama rağmen neden ilk uçağa atlayıp İstanbul’a gitmemiştim? Sesli söylemeye korktuğum şey gerçek mi oluyordu? Bu yüzden mi onu öpmüştüm?
Bu saçmalık! Sevebilecek kadar tanımıyordum, üstelik hayatım boyu işimden başka hiçbir şeyi sevmedim. Sevdiğim tek şey gökyüzünde dalgalanan bayrak ve uğrunda yaptıklarımdı. Peki, onlar bana ne yaptı? Tımarhaneden çıktıktan sonra bir daha mesleğe kabul etmediler. Neden? Hayatımı adadım, bildiğim tek yaşam oydu. Hastaneden çıktıktan sonra derin bir yalnızlığın ortasında bir başıma kaldım.
Dane beni dürterek, “Sayıları azaldı,” dedi. “Kadınların peşinden gitmeliyiz. Bize ihtiyaçları olabilir.”
Birbirimizi kollayarak Arya ve Sibel’in gittiği yolu takip ettik.
Onu yerde yatıyor vaziyette görünce aklımı yeniden kaybediyorum sandım. Arya kolundan tutmuş kayada oluşan parlak çatlağın öteki tarafına doğru onu sürüklüyordu. Sanki öteki tarafa geçiyorlar…
Sibel’in ölüye benzeyen bedenini görür görmez koştum. Onu Arya’nın elinden çekip almam öyle hızlı olmuştu ki kırmızı gözlü cadı şaşkına uğramıştı. Sibel’in bedeni bembeyaz olmuştu. Adeta damarlarında tek damla kan kalmamıştı.
“Ona ne yaptın!”
“Bırak onu!”
Arya’nın bir ayağı çatlağın diğer tarafındaydı. Sibel’i almak isteyerek eğildi. Onu kollarıma çektim.
Dane biraz ileride Arya’dan gelecek emiri bekliyordu. İşte o an Dane’nin en başından beri karısının büyüsü altında olduğunu anladım. O, Arya’nın büyülü askeriydi.
Sibel’in yüzüne yapışan saçlarını çektim. Önce nefesini sonra nabzını kontrol ettim. Ne nefes alıyor ne de nabzı atıyordu. Tekrar tekrar kontrol ettim.
“O öldü,” dedi Arya buz gibi bir sesle.
“Ona ne yaptın?”
Ve büyülü askerine emrini verdi: “Dane! Kızı askerden al!”
Olayı anlayana kadar Sibel’i sıkı sıkı tutmuş ve Dane’yle yumruklaşmıştım. Tüm o süreç boyu kalbimin paramparça, gözleriminse ıslak olduğunu fark etmemiştim.
Olayı anlamamı sağlayansa içimde yankılanan sesti. “Ceramilia’ya gir, Alper.” Bu, rüyamdaki yaşlı kadının sesiydi. Arya, Sibel’i bırakmadan gidemiyordu. Ölüsüne bile ihtiyacı vardı. Yaşlı kadın benim de onlarla birlikte gitmemi istiyordu. Sesine kulak verdiğim an yaşlı kadının zihnimi yavaş yavaş ele geçirdiğini hissettim.
“Tamam!” diye bağırdım pes ettiğimi gösterircesine. Dane durdu. Sibel’in cansız bedenini Arya’ya teslim ettim. Onu tekrardan bileğinden tuttu ve yerde sürükleyerek çatlağın diğer tarafına geçti. Dane ve benim dışarıda kalmamızı söylemişti. İkisi gözden kaybolunca çatlak yavaşça kapanmaya başladı. Zihnimdeki ses: “Şimdi!” diye bağırınca Dane’yi tuttuğum gibi çatlağın kayadan sızan ışığına yapıştırdım. Onu kendime kalkan olarak kullanarak çatlaktan geçtim.
Karşılaşmayı beklediğim şey neydi bilmiyorum. Tekrardan ormandaydık.
Dane tam bağıracaktı ki yumruğumla onu yere serdim. Bayıldı.
Planım Arya’yı sessizce takip etmekti. Yaptığım şeyse “Arya!” diye bağırmaktı. Ses bana ait değildi.
Arya yıldırım çarpmışçasına hızla döndü. Yüzü Sibel’in ki kadar beyazdı.
Ona doğru yürüdüm. Bana doğru yürüdü.
“Yeniden karşılaşacağımızı söylemiştim,” dedim. Konuşan ben değildim. Yaşlı kadın zihnimden taşıyordu.
“Sen..” diye kekeledi Arya. “Sen O’sun, Kâhinsin?”
Başımı salladım. “Zamanı geldi.” Kâhin mi? Kimdi bu yaşlı kadın?
“Ama kızım onda.”
Sibel’i işaret ettim. “Meraklanma kızını geri alacaksın ama önce torunumu bana getir.”
Kaşları çatıldı. “Torunun mu?”
Kahkaha attım. “Ya sen kim sanmıştın?”
Arya şaşkınlığını gizlemeden Sibel’i söylediği bir kelimeyle yerden kaldırarak tam önüme getirdi. Ellerim cansız bedenin üstünde birleşti. Eller benimdi, kelimeleri söyleyen dudak benimdi ama kontrolü bende değildi. Arya’nın bize yaptığı büyüden daha güçlüydü bu. Yaşlı kadını bedenimin içinde hissediyordum. Sanki ruhum geriye kaçmış, onun ruhuna yer açmıştı. Yaşlı kadının yönettiği ellerim Sibel’in cansız vücudunda gezindi. Dudağımdan daha önce duymadığım bir lisanda kelimeler çıktı. Bu lisan Arya’nın büyü yaparken kullandığı Sanskritçe değildi. Arapçaya benzeyen karmaşık bir dildi.
Yaşlı kadın sustuğunda Sibel gözlerini açtı. İçimde bir yere saklanan kendim sevinç çığlıkları atmak istiyor ama ona bile müsaade edilmiyordu. Bana bakıyordu. Yaşlı kadın vücudumu ya da beynimi kontrol ediyor olabilirdi ama kalbim, o benimdi ve şimdi orada Sibel’in varlığını hissediyordum. Kalbim ona seslendi. O ise bana bomboş bir ifadeyle bakıyordu. Kukla gibiydi, Arya kolundan tutarak onu düzeltti. Ayakları tekrardan yere basınca karşımda dikilip anlamaya çalışırcasına baktı. Ona sarılmak istedim. Yapamadım.
“Anneanne? Sen misin?” şaşkınlık içinde beni süzüyordu.
Başımı salladım. Görünüşüm de mi değişmişti?
“Ama bu nasıl olur? Annem bana senin, ben daha bebekken öldüğünü söylemişti.”
“Şimdi bunların sırası değil. Zaten birazdan bazı şeyleri göreceksin.”
Kaşlarını çattı, tam bir şey söyleyecekti ki Arya, “Kızımı almam lazım,” diyerek araya girmişti. “Zamanı geldi dedin az önce. Ama bunun için bir ordumuz yok.”
Sibel bir şaşkınlık daha yaşayarak, “Siz birbirinizi tanıyor musunuz?” diye sordu.
“Bir ordumuz var ve şimdi onları almaya gidiyoruz,” dedim Sibel’in sorusunu yok sayarak. Arya ağzını açmıştı ki elimi kaldırarak susturdum. Elimi Sibel’in omzuna koyarak ona güven veren bir bakış atıp öne geçtim. “Küflü mantarların olduğu bir bahçe arıyoruz, gözünüzü dört açın.” Az önceki ormandan çok da farkı olmayan bu ormanın içinde yürümeye başladım. Sanki mantarların nerede olduğunu biliyormuşum gibi hızlıydım.
Çok geçmeden büyük küflü bir mantar gördüm. Yolun ortasında işaret tabelası gibi duruyordu. Ne yaptığımdan son derece emin bir şekilde eğilip mantarı kopardım. Önce kokusunu içime çektim, sonra mantarı yaladım. Dilime değen küf tadı midemi kaldırmıştı ama yine de içimdeki Kâhin halinden şikayetçi olmadı. Sağa saptım, tekrar sağa ve sonra sola; her dönemeçte iz süren bir köpek gibi mantarı kokluyordum.
Nihayetinde Kâhin’in aradığı yeri buldum. Mezar taşı büyüklüğündeki yüzlerce küflü mantara bakarken göğsüm gururla kabardı.
Sessizliği Arya’nın, “Burası da ne?” diye sorması bozdu.
Kendi yüzümü göremiyordum ama Kâhin’in sırıttığını biliyordum. Arya’ya dönmeden, “Ordumuz,” dedim. “Büyücü mezarları.”
Yüzümü Sibel’in anlamaya çalışan suretine döndüm. Hiçbir şey söylemeden elimi boynuna götürerek zinciri yakaladım. Öyle hızlıydım ki askerdeyken bu kadar çevik miydim diye düşünmeden edemedim. Zinciri tuttuğum gibi kopardım.
“Ah!” diye inledi Sibel, boynunu tutarak.
Avucumun içinde mantar şeklinde gümüş bir kolye ucu duruyordu. Bir zamanlar kalp şeklinde, içine fotoğraf koyduğumuz kolyeler vardı. Elimdeki kolye de tıpkı onlar gibi açılıyordu. Tırnağımla açtım. İçinde kötü kokan, yosuna benzeyen bir şey vardı. Boştaki elimi Sibel’e uzattım. “Elini ver.”
Elini avcuma bıraktı. Gözlerimi kapattım, Kâhin’in sesi zihnimde yankılandı. Önce ‘saf kan’ gibi bir kelime söyledi. Sonra dirilmekle ilgili bir cümle kurdu. Gözlerimi yeniden açtığımda Sibel’in ‘hayat çizgisi’ dediğimiz, avuç içi çizgisinden kan sızdığını gördüm. Kanı kolyedeki yosuna akıttım. Birkaç damla kan yosuna ulaşınca rengi değişmeye başladı. Sibel’in elini bırakıp bu sefer Arya’nınkini istedim. Biraz tereddüt etse de sorgusuzca aynısını yaptı. Ondan akan kan da yosunla birleşti. Yeşilimsi yosun şimdi kokladığım mantarın rengini almıştı. Arya’nın da elini bırakınca kolyeyi yaklaştırıp tükürdüm. Yosun fokurdadı. Bir volkan gibi taşmak için harekete geçti. Eğilip yere bıraktım.
Kolyedeki yosun taştı. Tek tek tüm mezarlara ulaştı. En baştaki mezara dek yayılışını Kâhin gururla, cadı ve büyücü çırağı hayretle izledi.
En başa ulaştığında mezar taşı görevini üstlenen küflü mantar bir adam olarak ayaklandı. Elim o adamı işaret etti. “Babam.” Ve ardından tüm mezarlarda yatan büyücüler yarı insan yarı hayalet olarak uyandı.
“Ama Ceramilia da hiç büyücü mezarı yok ki,” dedi Arya. “Bu nasıl olur?”
“Ceramilia’yı Efsun ve benim büyük büyük dedem Kasım yaptı. Kasım tamamen bittiğini göremedi. Çünkü Efsun tamamen bitirebilmek için onun küllerini kalesinin temelinde kullanmalıydı. Kasım öldü. Bedenini yaktı ve küllerini kale için taşırken bir mantara takılıp düştü. İşte o an küllerinin bir kısmı buraya döküldü. Sonrasında onun soyundan gelen her büyücü öldüğünde ruhu buraya, atasınınkinin yanına geldi.” Ortalarda duran bir kadını işaret ettim. Bu kadın rüyamda gördüğüm, Kâhin’in kızı, Sibel’in annesiydi. “Onu görüyor musun?” dedim Sibel’e. Başını salladı. “O benim kızım. Senin de annen.”
“Ama benim annem..”
“Seni büyüten ailenin kızı değilsin. Sen benim kızımın kızısın. Benim torunumsun. Şimdi niye seni büyüten kadının annesinin ölü olduğunu biliyorsun. Ölen ben değildim.”
“Senin anneannem olduğunu biliyordum. Evde fotoğrafın bile vardı. Anlamıyorum.”
Elimi Sibel’in yanağına koyup okşadım. “Senin annen çok tehlikeli bir büyücüydü, Sibel. Kızımın aklı sadece kara büyülere çalışıyordu. Normal bir yaşantısı olamazdı. Üstelik sana da zarar veriyordu. Bebek halinle bile anlamıştın, sen de farkındaydın. Onu emmeyi bile reddettin. Seni doğuran kadından hiçbir şey almak istemedin. Seni öldürecekti, daha önce de doğurduğu bebekleri öldürmüştü. Onlardan biri ol istemedim. O yüzden seni çok güvendiğim bir askere emanet edip, büyüten aileye yolladım. Seni büyüten o çiftin çocuğu olmuyordu. Son çare bana gelmişti kadın, onu otlarla tedavi etmeye çalışmıştım. Bazı kadınlar bu dünyaya doğurmak için gelmez, her kadının içinde annelik vardır ama doğuramazlar. O kadınlar, senin annen gibilerden daha şefkatli olur. Seni onlara tek bir şartla verdim. Anneanneni ben olarak bilmeliydin. Zira seni alacağım bu günü iple çekiyordum.”
İşte o an zihnim rüyamın görüntüsüyle birleşti. Kâhin’in Sibel’i verdiği asker ben değildim. Adımı aldığım babamdı. Bir keresinde gerçek adımı bilmediğim için tuvalette oturmuş ağlıyordum. Anamın bana koyduğu o adı bilmek için. Sesimi duyan bir Üst’üm geldi yanıma. O vakit söyledi, babamın da eskiden onlardan biri olduğunu ve bana onun adını verdiklerini. Ben doğduktan kısa süre sonra anam ölmüş. Babam da çok güçlü bir askermiş, fakat ben üç yaşındayken düşmanın eline düşmüş ve ne yaptılarsa konuşmamış. Babamın cesedini bile geri alamamışlar. Ben de babamın varlığını devam ettirmek için, yetiştirilmek üzere onun yerine konmuşum. Adıyla bir…
Sibel’in, “Annem beni tanır mı?” sorusuyla anıların içinden çıktım.
“Hayır. Onlar şu an yaşamıyor. Savaşmak için uyandılar. Büyümün etkisi altındalar.”
Belki yüzlerce büyücü vardı, uyanan. Hepsi düzgün bir hizayla yanımıza geldi. Konuşmuyor, hiçbir tepki vermiyorlardı. Hepsi doğruca bana bakıyor, Kâhin’in emrini bekliyordu.
Kâhin Sibel’e gülümsedikten sonra ordusunun beklediği emri verdi: “Kaleyi yıkıp, Efsun’u öldüreceğiz! Önünüze çıkan herkesi, her şeyi ezin! Sadece küçük kız Melodi’nin kılına bile zarar gelmeyecek.”
Arya ağzını açtı, sonra vazgeçti. Bir cadıydı ama ‘Büyücüler & Cadılar’ savaşında ne tarafı desteklemesi gerektiğini bilemiyor gibi bir hali vardı. Anne olan yanı kızı için büyücülerle olması gerektiğini söylüyor ama cadı olan yanı içten içe kahroluyordu.
Elimi Sibel’in başına koydum. Dudaklarımdan bir şey çıkmadı ama zihnim de bir cümle yankılandı. Sibel’in gözleri sarardı, tıpkı Dane gibi büyülendi. Elimi çektim ve yolu gösterdim. Önde Hayalet Büyücüler Ordusu, arkada üç büyükler: Askerin bedenin de bir Kâhin, dünyadaki en tehlikeli kadın olan acılı bir Anne Cadı ve Kâhinden güç alan yeni nesil bir Büyücü; en arkada ise büyülü bir eski Nazi. Ölecek ilk kişiyi artık biliyorsunuz.
Kâhin son emri verdi: “Savaş başlasın!”
1 Comment
Woww harika bir bölümdü, emeğine sağlık!