KİRAZ KEMİĞİ – BÖLÜM 16

10 Ocak 1921

– Feride-

  ( Bir Önceki Bölümden:  Efsun, “Yapmak zorundaydım. Bir gün beni anlayacaksın, mecburdum!” diye bağırırken Feride arkasına bakmadan kaçıyordu ve saatler sonra İngiliz askerleri tarafından esir alınacaktı. )

   İlk birkaç saat sessiz bekleyişle geçti. Önce Feride’yi sokağa çıkma yasağını ihlal ettiğinden dolayı nezarete koydular. Demir parmaklığın ardı buz gibiydi. Üstelik emen bebeğinin yokluğu göğüslerine acı veriyor, çaresizliğin ilk bulguları dahi delirme hissini getiriyordu.

 Gece yerini yeni güne bırakmadan hemen evvel sessizlik korkunç bir çığlıkla delindi. Bu çığlık, bir annenin yüreğindeki bebeğinin haykırışıydı. “Beni çıkarın, lütfen. Emzirmem gereken bir bebeğim var.” Sözleri boş koridorda yankılandı.

 Sonra ki bir saat feryadına cevap gelmeyince büyüye başvurarak geçti. Parmaklıkları geçebileceği kadar genişleterek içeriden çıktı. Tam özgürlüğüne kavuştuğunu sandığı an kendini İngiliz Askerinin ağında buldu. Adam ona nefretle bakarak, “Ne olduğunu biliyorum,” demiş ve Feride’nin ölümüne dek sürecek olan işkence dolu hayatı başlamıştı.

  Gözlerini açtığında ne vakittir baygın olduğunu, ne ara bayıldığını ya da nerede olduğunu bilmiyordu. Yattığı yerin sarsıldığını anladığı vakit dehşete kapıldı. Ayağa kalkmaya çalıştı. Fakat her yeri bağlıydı, bir konteynerin içinde sağa sola sallanıyordu. Çığlık atmak istedi, dudaklarını bile kıpırdatamadı. Yapabildiği tek şey içine sıkıştığı küçük ve karanlık kafeste beklemekti.

 Saatler, günler geçti; güneş tekrar tekrar doğup battı. Kurtulmak için giriştiği her çaba başarısızlıkla sonuçlandı. O şimdilik bir esirdi. Ağlıyor, korkuyordu; küçük bebeği Rüya için endişeliydi, biricik aşkı Tarık’tan kalan tek hatırası için.. Onu şimdiden özlemiş, annesiyle bıraktığı için yüreği derin bir suçlulukla dolmuştu. Evden hiç çıkmamalı, annesinin bencilliğine rağmen onunla Ceramilia’ya dönmeliydi. Ama her şey için artık çok geçti.

 Açlık ve susuzluk duymuyordu. Efsun onları açlığa ve susuzluğa dayanıklı yetiştirmişti. Onu kahreden Rüya’dan uzaklaşıyor olmaktı. Kendine yapılacaklar dahi umurunda değildi. Sadece bebeğini kucağına alıp, kokusunu içine çekmek ve sızlayan göğsüne bastırmak istiyordu.

 Vakit geçtikçe sarsıntı midesini bulandırmaya başlamıştı. Midesindeki su, kapalı ağzına tırmanıyor, dışarı çıkamadığı için boğazını yakarak midesine geri dönüyordu. Kendi mide suyunda boğularak öleceğini düşünmeye başlamıştı ki korkunç bir gürültüyle sıçradı. İçinde bulunduğu konteyner havalanmış, başının şiddetle dönmesine sebep olmuştu. Bu sefer kusmuğunda boğulma pahasına ağzına gelenleri yutmadı. Konteyner bir süre havada salladıktan sonra gürültüyle sabit bir yere kondu. Yaşadığı korku iliklerine dek yayıldı.

 Çok geçmeden konteynerin paslı kapağı gıcırdayarak açıldı. Feride’nin günler sonra gördüğü ilk şey, gözleri kapanmadan gördüğüyle aynıydı. Günler önce onu sokak ortasında dürten ve ağına dolayıp hapseden asker sırıtarak eğildi. Arkasında yıldızsız bir gece ve ayaz vardı. Asker bir ahtapot misali Feride’ye uzanarak onu yakaladı. Anında yüzü tiksintiyle buruştu. “Leş gibi kokuyorsun!”

 Feride kalan tüm gücüyle ahtapottan kurtulmaya çalışıyordu. Onun bu çırpınışları askerin hoşuna gitmiş olmalı ki kucağına aldığı kadını bir anda buz gibi karın üstüne bıraktı. Açlığa ve susuzluğa dayanabilen cadılar, soğuya ve sıcağa dayanıksızdı. İnce elbisesini aşıp tenine değen kar onu hareketsiz bıraktı. Asker eğilerek ağzındaki kusmuk kokan bezi çıkarıp yere attı ve Feride’nin hareketsizliğinden faydalanarak başını kara bastırdı.

 Elleri ve ayakları bağlıydı. Askerin elinin altında çırpınıyordu. Adam kafasını karın içinden çıkardığında, içinde kaybolduğunu sandığı sesini bulup çığlık attı. İşte o an yanlarında başka kimsenin olmadığını fark etmişti. Sustu, etrafına baktığında irkildi. Bir limandaydı. Konteyner eski bir yük gemisinden indirilmişti. İstanbul da değildi, Osmanlı toprağında olduğundan bile kuşkuluydu. Toprak karla kaplı olmasına rağmen çevrede dumanı tüten hiçbir baca yoktu. Az ileride askeri araca benzer daha önce görmediği büyük bir araba duruyordu. İçinde iki adam vardı. 

 Asker yere tükürdükten sonra Feride’yi kolundan tutup arabaya doğru sürükledi. Onu bir paçavraymış gibi arabanın arkasına fırlatıp yanına oturdu. Araba gürültüyle çalışarak Feride’yi esirlikten bambaşka bir hayata doğru yola çıkardı.

– Efsun ve Kâhin –

  ( Bir Önceki Bölümden: Efsun Sıla’ya dallı bir çift kiraz uzattı. Küçük kızın parmağı kiraza dokunduğunda, Efsun’un içi biranda titremeye başladı. Gayriihtiyari gözleri kapandı. Ne o kirazı bırakabildi, ne de Sıla eline alabildi. İkisi de aynı kiraz dalını tutarak öylece kalmıştı.

 Nihayetinde Efsun gözlerini açabildiğinde, ne olduğunu anlamıştı. Ondan daha büyük bir cadı gelmiş ya da gelmek üzereydi. )

 Aylar boyunca Feride’yi aramıştı Efsun. Osmanlı yıkılmış, Cumhuriyet kurulmuş ama Feride’den hiçbir iz bulamamıştı. Kızı yeri yarıp içine mi girmişti? Yok olacak kadar nefret mi ediyordu annesinden? Üzüntü ve pişmanlık Efsun’u kahrediyor, zamanı geri alabilecek büyü arayışına sürüklüyordu. Bilmediği yeni bir devletin orta yerinde hepten çaresiz kalmıştı. Eski Osmanlı olsa korkusuzca yeri göğü inletir kızını bulurdu ama yeni kurulan devletin başındakileri tanımıyor, yeni dünyayı bilmiyordu. Baktığı fallarda kızının çok uzaklarda olduğunu görüyordu ama ona ulaşamıyordu. Neredeydi, ne haldeydi bilmemek onu çileden çıkardı.

 Nihayetinde bir gün, Osmanlıya dair hiçbir şey istemeyen bir grup haydut, eski Osmanlı Askeri olan Tarık’ın evini bastı. Efsun ve Rüya, haydutlar tarafından kapı dışarı edilirken, eve işgalciler tarafından el konuldu. Gidecek, sığınacak kimsesi yoktu.

 Ceramilia’ya Feride olmadan dönmek istemiyordu. Ormana sığındı. Boynuna astığı kirazı çıkararak neslinden bir büyücü aramaya başladı. Elbet torunlarından biri buralarda bir yerlerde olmalıydı. Fakat nafile. Her biri ulaşamayacağı uzaklıktaydı.

 Tam pes edecekti ki aklına Kasım’ın, büyücü olduğunu öğrendiğinde onu terk eden karısı ve çocukları geldi. Nesli devam etmiş ve içlerinden biri Kasım gibi bir büyücü olmuş olmalıydı. Arayışına devam etti.

 Kirazın üstünde genç bir kâhin kadın belirdi. Efsun ilk kez bir kadın büyücüye bakıyordu. Kiraz yanıp sönmeye başladı. Kâhin uzakta değil, hemen bulunduğu ormandaydı. Tıpkı büyük büyük dedesi gibi ormanın derinliklerinde bir kulübede yaşıyordu.

 Efsun kulübeye vardığında kapı aralıktı. Önce içeriye seslendi. Cevap gelmeyince kapıyı itip girdi. İçerisi bir şifacı odasını andırıyordu. Gözün alabildiği her yer kuru ot ve renkli sıvı olan küçük şişelerle donatılmıştı. İçeride kimse yoktu. Birkaç adım attı. Az ötede perdeyle ayrılmış bölüme doğru seslenerek ilerledi. Yine yanıt gelmeyince perdeyi aralayarak baktı. Boş bir döşek ve kenara istiflenmiş kıyafetlerden başka bir şey yoktu. Aniden arkasından gelen gür bir sesle irkildi. 

“Ben buyur etmeden haneme giren densiz de kimdir?”

 Az evvel içeri girdiği kapıda orta yaşlı bir kadın duruyordu. Sarı saçları kısacık kesilmiş, yeşil gözlerinin kenarları çamurla kirlenmişti. Gözleri kadının şiş karnına kaymadan hemen önce, “Adım Efsun, büyük büyük deden Kasım’ı tanırdım,” diyerek kendini tanıttı. Kâhin’in karnı dev, sivri bir kaya yutmuşçasına öne çıkıktı. Hamile olmalı diye düşündü. Kâhin, Efsun’un bakışlarının karnına kaydığını görünce, savunurcasına kollarını karnı önünde birleştirdi.

“Burada ne ararsın?”

 Rüya, Efsun’un sırtına bağlı vaziyette uyuyordu. “Kızım aylardır kayıp, torunumla bir başıma kaldım. Damadım eski bir Osmanlı Askeri olduğundan bizi yuvamızda barındırmadılar. Nereye gideceğimi bilemedim. Ben de Kasım’ın yöntemiyle, onun neslinin izini, yani seni buldum.”

 Kâhin dikkatle Efsun’u inceleyip kapıyı kapattı. “Nesin sen?”

“Cadıyım.”

 Ona yaklaştı. Yanık olan sağ elinin parmaklarını Efsun’un yüzünde dolaştırdı. Kül kokan nefesini ona üfleyerek, “Kasım’ın neyisin?” diye sordu.

“Kasım’ın yeğeni Muharrem’in karısı…”

 Kâhin bir anda parmaklarını, Efsun’un ağzından içeri sokup dilini yakaladı. Efsun’un neredeyse içine girecek kadar yaklaşmıştı. Dilini dikkatle inceledi. Kâhin’in ne yaptığını anlamayan Cadı neye uğradığını şaşırarak hareketsiz kaldı. Sol elinin parmaklarını dilin üstünde gezdirdikten sonra cadının dilini serbest bıraktı ve tek tek tüm parmaklarını kendi ağzına sokarak yaladı.

 Efsun dilinin üstünde kalan tadı midesi bulanarak arındırmaya çalıştı. Kâhin yüzündeki sinsi gülüşle onu izledikten sonra seslice burnunu çekti. Ardından perdeyi açarak döşeğine oturdu. Karnı yüzünden ince bacakları iki yana ayrılmış ve sivri karın yere değmişti. Yanık eliyle döşeği gösterip oturmasını istedi.

 Torununu sırtından çıkarmadan oturdu.

“Ne o, korkusuz bir cadı, hamile bir kadından ürktü mü?”

 Ürkmekten ziyade tiksindi, demek istediyse de sustu.

“Aklından geçirdiklerine dikkat etsen iyi edersin,” diyerek Efsun’un tam önüne tükürdü. “Benden ne istiyorsun? Büyük büyük dedemin küllerini yaşadığın yerin temeline koymuş olman, aileme yeteri kadar zarar verdi. Şimdi ne haddine kapıma geldin?”

“Sen..” diye kekeledi. “Bir büyücüden fazlasısın.”

“Ben bir Kâhin’im, tüm büyücülerin anasıyım. Büyük büyük dedemin aksine ben, senin gibi büyücüleri küçümseyen cadılardan hoşlanmam. Hele de bizleri kölesi yapanlardan nefret ederim.” Efsun’un ellerini yakalayıp avuçlarına baktı. “Sen büyücü katilisin.”

 Ellerini sertçe çekti ama Kâhin’in kemikli ve yanık elinden kurtaramadı. “Benden kızını bulmana yardım etmemi istiyorsan, önce katlettiğin her büyücü için bedel ödemek zorundasın.” Sarı dişlerini göstererek sırıttı. “Ama sen kızı uğruna acı çekebilecek kadar güçlü bir anne değilsin.”

 İki kadın birbirine düşmanca bakarken, kilometrelerce ötede Feride ölmek için yalvarıyordu.

Yazıyı beğendiyseniz bir yorum bırakın: