Kiraz Kemiği – BÖLÜM 10

19 Ocak 1921 / Osmanlı Devleti – İstanbul (Pera)

  ( Bir Önceki Bölümden: Çok gecikmeden hamile kaldı. Sonra bir daha, bir daha, bir daha.. derken annesinin mirasını sonuna dek gerçekleştirmek için büyük bir nesli başlattı. Devrin en güçlü son ve yeni devrin en güçlü ilk cadısı oldu. )

 Koşarken Feride’nin başındaki şal kayarak uçtu. Ayaz bir geceydi ve üstünde incecik lacivert elbisesinden başka bir şey yoktu. O kadar çok ağlamıştı ki soğuk yüzüne vurdukça yanakları donuyordu. Annesinin neden böyle yaptığını anlayabiliyordu ama yine de öfkesini yaşamak istiyordu.

 Annesinin “mecburdum,” diyen sesi beyninde yankılanınca önündeki taşı görmeyerek düştü. Son bir saattir ağlamamayı başarmıştı ama şimdi içinde zapt ettiği tüm yaşlara izin vererek dışa saldı. Ayağına dolanan elbisenin eteğini toplayarak düştüğü yere oturdu.

 Gözyaşları yüzünden ona doğru gelen İngiliz askerlerini görmemişti. Askerin biri silahıyla omzunu dürtünce sıçrayarak gözyaşlarını sildi. “Ne iş var burada, bu saatte? Be kadın, duymadın, sokağa çıkma yasağı var!” 

 Özür dileyerek apar topar ayaklandı. Tam gideceği sıra asker kolunu tutup onlarla gelmesi gerektiğini söyledi.

 Böyle bir anda hangi büyü işe yarardı? Şimdi o kızdığı annesinin yanında olmasını ne çok istiyordu. İçindeki ses bu askerlerden kurtulamayacağını fısıldıyordu.

……………………………………………………………….

   Efsun’un büyücü Kasım’la tanışması bir hayli vakit almıştı. Fakat nihayetinde yaşlı büyücüyle karşı karşıya gelmeyi başardığı an adam onu annesinden aldığı gözlerinden tanımıştı. Efsun’un annesinden bahsetmesine ve kocasına yalan söylemesine gerek kalmamıştı.

 Kasım, Selanik de ormanın ortasına yaptığı küçük bir tahta evde yaşıyordu. Muharrem’in çiftliğine fazla uzak değildi. Böylece zamanın çoğunu Kasım’ın yanında büyülerin içinde geçirmeye başladı.

 Bir hayali vardı ve bunu gerçekleştirmesi yüz yılını alacaktı. Cadıların özgürce yaşayacağı bir hayat inşa etmek istiyordu. İnsanoğlunun onları bulamayacağı, zarar veremeyeceği huzurlu bir orman ve içinde hem ev, hem okul olan koca bir şato. Şatonun yanında akıp giden bir de nehir olmalıydı. Çocuklar çimlerde koşup oynarken, onlar da çaylarını alıp nehir kenarında oturmalıydı. Cadıları ve büyücüleri eğiterek normal hayatın içine katacak ama ait oldukları yer daima orman olacak. Bir isim bile bulmuştu bu büyülü ormana: Annesinin kökeni Antik Çağa dayanıyordu, ana dili Latinceydi, bu yüzden annesinin dilinde Kiraz Ormanı anlamına gelen Ceramilia ismini koyacaktı.

  Yüz yılını da alsa yapacaktı.

  Yıllar geçip Muharrem yaşlılığa yenik düşmeye başladığında, Efsun çocuklarla birlikte Selanik’ten ayrılması ve yeni hayata yelken açması gerektiğinin farkına varmıştı. Ama gönlü Muharrem’i toprağa koymaya razı gelmiyordu. Kasım yaşlı olmasına rağmen bir ölümsüz gibi hayata tutunmuştu. Onun büyülerle ayakta kaldığının farkına varınca, aynılarını Muharrem’e de yapmayı başladı.

 Cadılar ölümsüz değildi. Fakat sağlıklı ve güçlü bir cadı ortalama bin yıl yaşıyordu. Tabii insanoğlu onları katletmeye başladığından bu yana seksene bile gelemiyorlardı. Büyücüler onlar gibi değildi, büyüler sayesinde insanoğlundan belki elli yıl kadar fazla yaşayabilirdi. Kasım’ın da yüze yaklaştığını biliyordu. Belki de geçmişti. Büyücüler de cadı soyundan gelmeydi. Bir cadının doğan oğlu, cadı olmaz büyücü olarak yetiştirilirdi. Cadılık kızlara özgüydü.

 Ceramilia’nın temellerini Efsun ve Kasım birlikte attı. Muharrem, onların dış dünyaya normal insanlar olarak görünmelerini sağlayan bir perdeydi ve hiçbir zaman ona cadı olduğunu söylemedi. Elbette Muharrem karısının ve çocuklarının kendisinden farklı olduğunu anlamış ama gelecek cevabı duymayı hiçbir zaman istememişti. 1807 senesinde, yüz yirmi yaşına geldiğinde Efsun’un yaptığı büyüler işlememeye başladı. Yüz ellisini geçen Kasım hala hayattayken, Muharrem yatağa düşmüştü. Efsun kocası yaşlanırken, kendi genç görünmesin ve insanların dikkatini çekmesin diye gençlik büyüsü yapmıyordu. Muharrem ölmeden önce eve sığmayan kalabalık, ikisinin nesliydi. Her birine tek tek bakıp huzur içinde ölmüştü. O zamanlar Feride on beş yaşındaydı ve tek bekar çocuk oydu. Komşuları Feride’yi onların torunu sanıyordu. Gerçek, aile içinde gizlenmişti. Gelinler ve damatlarsa daima büyü etkisindeydi. 

 Muharrem’in ölümünden sonra Ceramilia’nın inşasını hızlandırdı. Kasım ölmeden geçidi açmalıydı. Başarmıştı da, Kasım hayata veda etmeden temeli bitmişti. Şehrin kapısını büyülü kayaya yaptılar. Ana giriş Selanik’teydi, fakat tüm ormanların en büyük kayalarını büyüleyecek ve dünyanın her yerindeki cadılar için birer kapı açacaktı. Bu kolay olmadı. Geçidi ana kapı haricinde tek başına bir cadının ya da büyücünün açması imkansızdı. Bir cadı ve bir büyücü gerekliydi. Fakat büyü bir kurban istiyordu. Kapıyı açıp şehre ulaşması için, cadının kayaya küçük büyücü oğlanı kurban vermesi gerekmekteydi. Efsun otoriter bir cadı olduğu gibi sert bir anneydi. Ama çocukları onun kadar katı değildi. Hiçbiri oğlunu öldürüp kanını kayaya sunmazdı. Kendisi bunu yapmıştı. Feride’den sonra bir kez daha hamile kaldı, büyüyle onun erkek olmasını sağladı ve karnını yarıp bebek halini almış olan oğlunu kayaya adadı. Zaten geçit böylece açıldı. Bu olaydan Muharrem’in haberi olmadı. Onun ölümünden sonra çocuklarına ve torunlarına kayanın ilk açılışında kurban verileceğini anlattığında kimseden ses çıkmadı.

“Meraklanmayın, bu sizler için geçerli değil. Ben hepiniz adına kendi oğlumu, sizlerin kardeşini sundum. Kapıyı böylece açtık. Sizden sonra gelecek nesillerden ne yazık ki büyücü çocuğunu kurban etmesi istenecek. Fakat Ceramilia da doğan çocuk, bu tarafa gönderildiğinde tekrar aramıza dönmek istediği vakit, kurban vermesi gerekmeyecek. Kaya, kurbanı yalnızca yabancı olanın ilk seferinden alıyor. O yüzden bu tarafta nasıl bir hayat yaşarsanız yaşayın amma doğumlarınızı kendi yuvanızda yapın ki sizden sonra gelen nesil büyücüsünü kurban etmek zorunda kalmasın.”

  Kapı açıldıktan ve şehrin inşası başladıktan hemen sonra Selanik de ki çiftçi ailesi göze batmadan, Ceramilia’ya taşınmaya başladı. Kasım inşa başladıktan on yıl sonra 1835 yılında Ceramilia’nın içinde ölen ilk kişiydi. Öldüğünde 178 yaşındaydı ve koca çağın en güçlü büyücüsüydü. Bu yüzden Efsun onun cesedini büyüyle küle çevirmiş ve şatonun inşasında kullanmıştı. Böylece Şato, insanoğlu Ceramilia’yı keşfetse bile görünmez olacaktı.

  Şatoyu merkez ilan etmişti. Hemen önünden nehir akıyor, sihirli kanolar suyun üstünde halatsız duruyor, cadılar ya da büyücüler bindiğinde şoförsüz gidiyordu. Şatonun haricinde küçük evler yaptılar. Her evin kendine özel meyve ağacı vardı ve ağacın dalları evin dışını sarıyor, çiçekleri evi süslü gösteriyordu. Efsun meyveleri büyülerinde ustaca kullanmayı annesinden öğrenmişti. Annesi de kendi annesinden. “Büyün kusursuz olsun istiyorsan, bir meyvenin özünü kullanmayı sakın unutma,” derdi. Onların ailesi hayvan ölülerini baz alan cadılardan değildi. Onlar meyveleri, ağaçları, yaprakları ve çiçekleri seviyordu. Annesi Efsun’a o daha küçükken büyülü bir kiraz vermişti.

“Bu senin her şeyin, onunla dilediğini yapabilirsin. Baktın insanoğlundan saklanamıyorsun; kirazın bütün halini bir sihirli küre yap ve ucube köşklerinde geleceğini gören bir ucube olarak saklan. Yok hayır, insanoğlundan kaçmak gerekmiyor ve özgürce cadılık yapabiliyorsan o zaman ailemizin geleneksel büyüsüyle kendini onlara hayran bırak.”

“Ailemizin geleneksel büyüsü mü var?”

“Elbette var. Büyünün adı Kiraz Kemiği. Diyelim karşında bir genç kız var, kirazı ortadan ikiye parçalamadan böleceksin, çekirdeksiz tarafı kız yiyecek. Yuttuktan sonra dikkatli bir şekilde çekirdeğini çıkaracaksın, çekirdeğin altında kalan çukurda kızın kiminle evleneceğini, kaç çocuğu olacağını ve hatta tüm geleceğini görebilirsin. Ama kıza dozunda bilgi ver, sakın her şeyi anlatayım deme. İşte güzel kızım, bu büyüye atalarımız Kiraz Kemiği demiş.”

“Neden böyle demişler?”

“Kirazı bir insan olarak düşünürsek, çekirdeği de onun kemiğidir, öyle değil mi? Bir Kiraz Büyüsü daha var ama o tehlikeli bir büyü. Onu yalnızca çok zorda kaldığın zaman yapmalısın. Yine az önceki gibi boş olan tarafı karşındakine yediriyorsun ama bu sefer çekirdeğini çukurundan çıkarmıyorsun, karşındaki kişi çekirdeğe dokunuyor; sonra neyi öğrenmek istiyorsan, o konu hakkında tek kelime bile olsa, karşındakine söyletiyorsun ve bilmeyi istediğin şey çekirdeğin üstüne yansıyor.”

“Bunları neden anlatıyorsun, anne?”

“Çünkü sen benden sonra en güçlü olacaksın ve bir zaman sonra ben yanında olamayacağım. Kiraz Kemiği büyüsü bizim mirasımız, bir kirazla her şeyi yapabileceğini bilmelisin.”

“Her şeyi mi?”

“Her şeyi.”

  Ve Efsun her şeyi yaptı. Geçidin ana kapısı olan büyülü kaya, annesinin verdiği büyülü kirazın çekirdeğiydi. Yıllarca o çekirdeği büyütüp dev bir kaya haline sokmakla uğraşmıştı. Çekirdeğin içine bir şehir yapmak onun en büyük hayaliydi. Kasım onu, şehri yaptığında gücünün çoğunu kaybedeceği konusunda uyardı. Şehrin tamamlanan her inşasında Efsun’un gücü azaldı. Annesine kendisinin en güçlü olacağını nerden anladığını sorunca, “senden sonra ki geleceği vakit bunu anlayacaksın,” demişti. Kasım da ona, “tekrar gücünü toparlamak için senden daha güçlüsü gelmeli, onun büyüsü seni yeniden güçlendirebilir,” dedi. Henüz annesinin dediği ortaya çıkmadı. Kim bilir kaç yüz yıl gücünün azalmasını seyredecekti. Dahası bir daha dış dünyaya gidemeyecekti. Çünkü şehir tamamen bittiğinde gücü kayanın, yani çekirdeğin dışına çıkmaya yetmeyecekti.

 Şato da kendine kocaman bir Kiraz katı yaptı. Onun meyvesi Kiraz’dı. Kiraz yalnızca en güçlü cadıyı temsil ederdi. Kendi katının alt katını şatoda kalmak isteyen kızları ve torunlarına ayırdı. 

 Şatonun girişi büyülü kattı. Her şeyin havada durabildiği, kendi kendine hareket ettiği sınırsız bir kat. Girişin altı bahçeye açılan koca bir mutfak ve yemekhaneydi. Girişin üstü ise cadı ve büyücü yetiştiren okuldu. Efsun başöğretmen oldu. Kızlarını da öğretmen olarak yetiştirdi.

 İstediği her şeyin bitmesi otuz yıllarını almıştı. Torunları büyümüş ve artık öteki tarafa geçip aile kuracak yaşlara gelmişti. Kız torunlarını öteki tarafa gönderdi. Oğlanları karar vermekte özgür bıraktı, çünkü onlardan bir nesil gelmeyecekti. İsteyen öteki tarafa gitti, istemeyen kaldı. Öğretmen olanlar oldu, işlere yardım edenler, hizmetkar olanlar..

 Düzen kurulduktan sonra Feride annesinin karşısına geçip, gitmek istediğini söyledi. Sonuçta tek bekar oydu ve aile kurmak istiyordu. Efsun ona hak vererek, onu da gönderdi. Fakat Feride farklıydı. Giderken dönmeye niyeti yoktu. Efsun bunu anladığında geç kalmıştı. Feride tüm güzelliğine rağmen Ceramilia’yı sevmemişti. O dış dünya da kalmak, normal bir insana aşık olmak, evlenmek ve sıradan bir hayat yaşamak istiyordu. O babasının kızıydı. Tıpkı Muharrem’e benziyordu. Efsun kızını geri getirmek için güçlenmeye çalıştı. Dışarıya çıkıp kızını bulmak ve geri getirmek istiyordu. Yıllarca çıkmanın yolunu aradı.

  Nihayetinde 1917 yılında dış dünyaya çıkmayı başardığında, Birinci Dünya Savaşının ortasında kalakaldı. Kendini Osmanlı toprağında değil, Yunan toprağında bulmuştu. (Osmanlı Selanik’i, 8 Kasım 1912 yılında Balkan savaşları sırasında kaybetmişti.) Küreden kızının Osmanlı sarayı çevresinde olduğunu görmüştü, günlerini kaçak yollarla Osmanlıya girmeye çalışarak harcadı.

 Haftalar sonra kızını buldu ama üç buçuk yıl sonra onu sonsuza dek kaybetti.

1 Comment

  1. Nihal says:

    Yarığın öteki tarafının kuruluşunu okumak bu kadar zevkli olacağını düşünmemiştim. Çok merakla okudum. Isimi de başarıyla seçilmiş, bölüme geçen emeğine ve kalemine sağlık!!

Yazıyı beğendiyseniz bir yorum bırakın: